28 Ocak 2010 Perşembe

her neyse işte

özledim seni derken o kadar çok özlediğim varmış ki benim. özlemek doğamda var, doğamızda var zaten. aslında ne kadar basit yaratıklarız.. uyuyup uyanıyoruz, yiyip sıçıyoruz, ağlayıp gülüyoruz, ihtiyaçlarımız basit, karşılanabilir. ekstrem arzularımızı bile karşılayabiliyoruz o kadar. bir dokunuşa ihtiyaç duyuyoruz, dokunuyoruz. sarılmaya karşı aşırı bir ihtiyacımız mevcut, sarılıveriyoruz hemen. bağıra bağıra şarkı söyleyesimiz geliyor, yapıyoruz. göresimiz geliyor bir sevdiğimizi, bir telefon uzağımızda, en kötü webcam denen bir teknolojimiz var, görüyoruz özlediğimizi. özlediğimizi? her zaman göremiyoruz işte. zaten benim film orada koptu yine. gururdan göremediğimizde özlediğimizi, çok da koymaz. peki ya hakikaten göremiyorsak? basit doğamın kabullenemediği gerçeklerden biri sanırım. çaresizlik en çok kafamı attıran. hani yapamıym ama yapabilitem olsun en azından. çaresiz olunca çıldırıyorum. böyle tepinesim, duvarları yumruklayasım, yüzümü tırnaklayasım falan geliyor yani bir saniyede ateşim çıkıyor, gözlerim kararıyor, ellerim titriyor falan. dedemi özledim yahu! her neyse falan değil, direk özledim. iğneci aziz diye görünce soğuk mezar taşında, hala inanamıyorum onun orada bir yerde yattığına ve artık sımsıcak olmadığına. biz izmire geliyorruzz diye çığlıklar atarken, sokağın başında bizi bekleyen dedemin olmadığına her seferinde şaşırıyorum, her seferinde resmen hayal kırıklığı yaşıyorum. balkonda onun sandalyesi boşken çok anlamsız geliyor herşey. koltukta kıvrılıp uyuduğunu göremiyorum ya artık, utanmasam o koltuğu paralıcam. peki benim yoğun duygularım, onu görme arzum, sımsıkı sarılma isteğim, yine elele tutuşup izmir'de nişanlısı diye sırıta sırıta yürümeye duyduğum özlem, yalnızca sesini bile duymak için kafamı kesebilecek olmam, bir işe yarıyor mu?? ne kadar aciziz, ne kadar zavallıyız. doğa bizimle kafa buluyor, muhtemelen kıçıyla gülüyordur bizi yaratan, ne yaparsanız yapın benim kendi sims oyunumdan fazlası değilsiniz der gibi. bir gücün kuklası olmaktan sıkıldım ben. herşeyi değiştirme gücü benim elimde olmalı söz konusu olan benim hayatımsa. kendi kaderini kendi çizen demektir destine, derdi dedem. adımın anlamını bile ondan öğrendim ben, ama ne kadar manasızmış aslında adım. nerde dede, nerde benim çizdiğim kader? ben çiziyor olsaydım şu an yanımda olmayan o kadar insan olurdu ki yanıbaşımda, gözlerimi sımsıkı yumabilirdim, güven yumağı içinde uyuyabilirdim. korkunç rüyalar görmezdim, başımı hep o sevdiklerimin omzuna yaslayabilirdim. ama en çok da stabil tutardım durumu, kendimi değiştirirdim başta ki, dengesiz tutarsız olmazdım böylece durağanlık bana oldukça olağan gelirdi. eğer bir enerjiyse bizi bir arada tutan, kablolar sağlam değil, akım geçmiyor bazen sanırım. eğer yalnızca kalbimizse yolumuzu çizen, karanlıktan başka bir şey yok kalplerimizde ki doğru yolu buldukları görülmemiş henüz. dönülmez kararlarımızsa bizi biz yapan, başlarım karara da ona da! herşeyi akışına bırakasım da yok değil ama, uğraşırdım ya şansım olsa. baştan aşağı değiştirirdim o değişmezleri. boşaltmazdım o yerleri koyup da dolduramadığım. boş düşünce balonlarını doldururdum. koşmak istediğimde koşardım, durmak istediğimde dururdum. hiç durmazdım aslında. her neyse işte, özlüyorum o kadar. çaresiz ve acizim, döndüremiyorum gideni. nefes almıyor ki, kelime bulup onu tutamıyorum. sadakatin beşiği, huzurun anahtarı kaybolmuş yüzyıllar önce. yenisini bulan bana da söylesin, gidip nereye kadar sorusuna cevap bulayım, herşeyi baştan anlamlandırayım. gözlerimi açıp korkmadan yüzüne bakayım. uçurumun başında bile çok mutlu olayım, sonuna kadar geldim diye.


madem ki vakitsiz bir ölüm, ruhumun yarısı olan seni alıp götürdü, yeryüzünde varlığımın yarısından, en aziz parçasından yoksun yaşamakta ne anlam var? o gün ikimiz birden öldük. Horatius.

gül yolladı şuan, nasıl da cuk oturur

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

söylemeden edemicem..