29 Kasım 2010 Pazartesi

haydarpaşa



sadece bir tarih olmasıyla değil, mimarinin en güzel örneklerinden olmasıyla değil, istanbul'un simgelerinden olmasıyla da değil. türk filmlerinde istanbul'a oradan adım atılmasıyla ya da klişeleşmiş sahnelerin başrolünü oynamasıyla değil. onu Haydarpaşa yapan, gerçek İstanbul severlerin gönlünde taht kurması bu özelliklerinden hiçbiriyle sınırlandırılmamalı. Haydarpaşa ya orası, illa şu ya da bu sebeple mi kalmalı ayakta, hayır. yalnızca varoluşyla bile İstanbul'un canına can katıyor bu tarihi güzellik. Kadıköy'ün karmaşası oraya baktığın an geride kalıyor çünkü orada bir şaheser var, tarihinde barındırdığı olaylar, görüp geçirdiği zamanlar değil, orada bir kale gibi dimdik durması, bize hala güzelliklerin kaldığına dair umut aşılıyor ve ufacık hüzün dalgasıyla koskocaman bir sevgi duygusu uyandırıyor. Evet Haydarpaşa bizim için çok önemli. Biz İstanbullular, Kadıköylüler için bir mabet orası. Evet onu yakmaya çalışanları kendi ellerimizle yakabilecek kadar bağlıyız biz tarihimize, eserimize, sembolümüze. Sembol çünkü kımıldamadan kendini geliştirebilen, ses çıkarmadan konuşan ve karanlıklarda ışıl ışıl parıldayan çok da fazla simgemiz yok şu İstanbul karmaşasında.

Hangi para, hangi dandik otel, ya da hangi ultralüks mükemmel palaslar değer bir tarihi ayaklar altına almaya? hiç. vicdan sahibi olan hiçbir yaratılış oraya elini sürmeye cesaret edemez. ne allah korkusu ne linç edilme korkusu olmalı onu bundan alıkoyan. insan olmanın gereklerinden sadece, saygı, sevgi barındırmıyorsan bile, insanlık barındıracaksın, doğanı reddetmeyeceksin. ha reddediyorsan da, sonuçlarına katlanacaksın. çünkü sen saçmasapan emellerin uğruna bizim mabedimizi yıkıp geçersen, insanlığı da yıkıp geçmiş olursun ve karşına milyonları alırsın. babanın evi olsa yıktırmayız, yıkarsan da yapacağını yıkarız. belki yıkamayız, ama nefretimiz peşini bırakmaz, bundan da emin olabilirsin.

Haydarpaşa, yüzyıllarca daha İstanbul'un, İstanbullu'nun simgesi olmaya devam edecek, sen onu yaksan da, yıksan da, sevsen de, sevmesen de. Bizim onunla beraber yanan yüreğimiz yeter, en azından insan olduğunun bilincinde olan milyonlarımız yeter.

Eğer ki şu alevler içindeki yaşlı Haydarpaşa'ya bakarken için acımıyorsa, varsın sen kendini tatmin et, sen bizim gözümüzde evcilleşmesi imkansız yabani hayvanın en önde gidenisin.



13 Kasım 2010 Cumartesi

dede

dede, sahip olamadığım demek.
daha doğrusu bir zamanlar sahiptim..

dedelerimden birini hiç tanıma fırsatım olmadı, babam benim şimdiki yaşımdayken, annemi görmeye izmir'e gitmişken ölmüştü babası.

diğeri, benim gerçek anlamda kahramanımdı. elimden tutar alsancak'ta gezdirirdi beni, iğne yapmaya giderken yanına alırdı beni, tüm hastalarına "nişanlım" diye tanıştırırdı. destine bayramoğlu diye bir şarkısı vardı, ıslığını bile çalardı. daha sokağın başındayken balkona çıkar onu izlerdim, adım adım gelişini. enerjisini. merdivenleri koşarak çıkıp beni kucaklamasını beklerdim. izmir'deki günlerimin en güzel saatleri olurdu onlar; dedemi beklemek.

annemi reddedip anneanneme anne derdim ben, dedeme de baba tabii ki.. yılın yarısını izmir'de onların yanında geçirirdim ben, 1,5 yaşımdan itibaren hem de. ta ilkokulum başlayıp sömestr ve yaz tatilleri dışında izmir'e gidemeyene kadar. dedemin kucağındayken dünyanın en mutlu çocuğuydum. hatırlıyorum. 2 yaşında beni özenç hala'nın eczanesine götürüp küpe arkasıyla kulağımı deldiği günü, hatırlıyorum. kumanda yüzünden ilk ve son kavgamızı ettiğimiz günü hatırlıyorum.

onu gördüğüm son günü hatırlıyorum. bodrum dönüşü sürpriz yapmıştık dedemle ananeme. kapıyı açıp bizi karşısında gördüğünde portmantonun oraya yığılmıştı, o kadar mutlu olmuştu. babam, annem ve ben atlamıştık üstüne, o kadar sevinmişti ki.. annem hala anlatır, sokağın sonuna gidene kadar el sallamıştı bizi, son kez görüştüğümüzü hissedercesine..
anneme söylemiyorum ama, ben de hatırlıyorum, hiç unutmadım ki. yüzünde kocaman bir gülümseme, elleri kopacak olsa umurunda değilmiş gibi el sallamıştı arkamızdan, ben de ona tabii. çünkü ben hep çok üzülürdüm izmir'den ayrılırken. anneannemden, dedemden ayrılırken. o sokaktan çıkıp otoyola doğru arabamız giderken..

o sene bir başkaydı, çok ağır o senenin yükü. çünkü ben biliyorum, dedem hissetmişti bizi bir daha göremeyeceğini. hoş, gördüğüne inanmak lazım yine de ama, göremiyor işte.

izmir'e her gittiğimde, anneannemin evine girer girmez ilk iş onun odasına koşarım önce. hala onun gibi kokan odasına çöküp onunla konuşurum. sanki o kanepede oturuyormuş gibi gülümserim, kendimi anlatırım, onu ne kadar özlediğimi söylerim. hayaline sarılırım. hala odasında duran resmime bakarım, ne kadar yaşlandığımı görürüm. ama umursamam o anda, dedemin yanındayımdır çünkü..

sonra dayım beni alır ve kabristan'a götürür. orada o adı görene kadar gözardı ettiğim gerçek bir anda yüzüme tokat gibi çarpar. dedem yoktur artık. o toprak parçasının altında, belki bir kaç kemikten ibarettir artık. "iğneci aziz" yazısına yadırgayan gözlerle bakarım. anında dolan gözlerimdeki yaşlar düşmesin diye sıkarım kendimi. mezar taşına dokunurum, içimden konuşurum onunla. son ziyaretimden beri neler olmuş onları anlatırım, gurur duyacağı şeylerimden bahsederim, yaptığım yanlışlar için sessizce özür dilerim.. mezarlıktan çıkarken kapkara olur içim, sımsıkı iplerle bağlanmış gibi olur. nefes alamam bir süre, sonra biraz ağlar, açılırım..


yarın gece bu saatlerde izmir'de olacağım. onun yatağında muhtemelen. odasının kokusunu içime çekip bütün gece ağlayacağım, onu ne kadar özlediğimi anlatmaktan bıkmadan.. ve ertesi gün soğuk mezar taşına dokunmaya gideceğim, yaşasaydı her şeyin ne kadar güzel olacağını anlatmaya. içimi döküp hayaline sarılmaya.. "dede" demeye tekrar.. artık kelimenin anlamını bile yadırgar oldum, özledim dede demeyi, dede seslenmeyi.

'anne', 'baba' kelimelerinden önce söylediğim "dede" benim için hayal, rüya, geçmiş, saflık, özlem demek artık. varlığıyla güç veren bütün dedelerin ellerini öpüyorum bu gece, dedemi çok özledim, çok çok özledim ve o bunu görebiliyor mu onu bile bilmiyorum..


9 Kasım 2010 Salı

yumurta-kapı

Merhaba!! ben kapıya dayanan yumurta! naber?

kendimi özetleyeyim,
bir kere ben büyük pisliğim! (yazar küfretmek istememiş, yoksa daha ağır şeylerim biliyorum.)
en büyük zevkim insanların popolarında büyüüük bir sıkıntıya sebep olmaktır.
nasıl eğlenirim, anlatamam.

beni, muhtemelen sınavlardan bir gün önce falan görürsünüz en çok. pardon, hissedersiniz.
mide bulantısı yaratırım, sürekli kusma isteği falan.
bir de inanılmaz uyku yaparım, uyku ilaçları yanımda halt etmiştir.

insanın şevkini kırarım, güvenini kırarım, moralini bozarım. nihahaha harikayım yaaa.
pişmanlığa sebep olurum ki bunda çok başarılıyımdır. dağıtırım ulan her yeri!!

mesela, nolurdu 1 hafta önce çalışsanız azıcık, bana prim vermezdiniz. amaaa, sizde o kabiliyet yok, kabul edelim siz de bana bayılıyorsunuz. çünkü harikayım!

neyse, şimdi yazarı ziyaret ettim de, hazır o benimle boğuşurken ben de keyifli keyifli bloguna saldırayım dedim. iyi etmişim di mi? etmişim etmişim. bizim yazarın yarın ekonomi sınavı varmış, hahahah yazık ona. hepinize yazık! benden kurtulamazsınız zavallılar!!

ben, kapıdaki yumurta, her kasım her ocak, her nisan ve her haziran sizi itinayla ziyaret etmekten asla ve asla yorulmayacağıma namusun ve şerefim üzerine and içerim. içtim. vallahi içtim, oooohh kafam da güzel, nasıl kapıya dayanırım şimdi belli değil! hadi hepinize geçmiş olsun canlar, öptüm bye.