29 Mayıs 2010 Cumartesi

sports fest

aylardır beklediğimiz, hayalini kurup heyecanlandığımız, gelmez sandığımız sports fest geldi, rüzgar gibi geçti ve bitti bile. güzel şeyler mi çabuk biter, çabuk biten şeyler mi güzeldir pek karar veremediğimden, böyle bir tanım yapmaya çabalamayacağım haliyle. (bu tartışmayı ben yaratmış da olsam, çabuk biten şeyler güzeldir savını daha çok desteklediğim doğrudur.)

18 mayıs günü, heyecanlı bir şekilde (geciken) shuttle'mızı beklerken, son kontrolleri yapıyorduk kafamızda. şansımıza, torpilimize, artık ne denirse, hollandalı wageningen üniversitesinin su topu takımını bekliyorduk iki guide, meltem ve ben. böylesi zorlu, sorumluluk ve iletişim isteyen bir işte tanıdık biriyle olmanın çok büyük avantaj olduğunu baştan beri biliyorduk tabii. birbirimize kıyak geçebilecektik, birbirimizi idare edebilecektik ve sıkıntısız bir hafta geçirecektik. dakka bir gol bir misali shuttle ın gecikmesi canımızı sıktı çünkü mahcup oluyorduk takıma, hele telefonum çaldığında ve canım kaptanım (o zaman adını bile bilmiyordum) biz geldik, neredesiniz diye sorduğunda utançtan yerin dibine geçmedim değil. trafikle cebelleşirken, bir de sk dan gelen telefon üzerine alman takımının da guide sız bir şekilde başı boş havaalanında beklediğini öğrendim. onlarla ilgilenmem istendi, başlarında bekleyecektim. böylece havaalanına vardığımızda takımımla bir iki dakikalık bir kısa tanışmadan sonra onları meltemle yollayarak alman yüzücülerimin yanlarına çöktüm. uzun bekleyişimizde epeyce bir kaynaştık haliyle, 20 kişilik kızlı erkekli çok sevimli bir gruptu alman yüzücüler. yine bekleyişimiz esnasında bir telefon da italyanların guideından geldi, onlar da inmiş, bekleyeni yokmuş. böylece onları da yatıştırmak bana düştü.. italyan voleybolcular onların guideları olmadığımı duyunca biraz hayal kırıklığına uğradılar ama sonradan guidelarını çok sevdiklerini de biliyorum..
böylece uzun bekleyişimizden sonra bir shuttle da bizi okulumuza götürdü ve ben de almanları esas sahiplerine teslim ederek taksim'e uçmak isteyen takımımın ve meltem'in yanına gittim. ilk geceden taksim, alkol, parti, takım baya hevesliydi herşeye.. her geçen dakika daha bir kaynaştık takımımızla. şansımıza, hepsi iyi, eğlenceli, anlaşması kolay, uyumlu ve sempatik insanlardı. bize hiç zorluk çıkarmadılar, çıkarmaları çok mümkün olan yerlerde bile.. ne desek uydular, neredeyse hiç ekstra talepte bulunmadılar.
ilk gece bronx merdiveninin azizliğine uğrayıp ayak bileğimi mükemmel bir ustalıkla burkuşumdan sonra yürüyemediğimde, beni sırtlarında taşıdılar, kızlarım ayağıma bandajımı yaptılar, benim guideım oldular resmen.. her gün her gece beraber oldukça birbirimize tahammülümüz azalacağına, arkadaş olmayı başardık biz, beraber çok eğlenmeye başladık. bir jens'imiz vardı mesela, sanırım dünyanın en komik adamı olabilir. ama bir o kadar da derindi, gözlerim dolduğunda ilk o koştu yanıma, kolunu atıp omzuma o sakinleştirdi beni. bj de aynıydı, ağlamamızı hiç istemedi, türlü şebeklikler yaptı güldürebilmek için.. bir de kaptanım vardı guido, son gün gözünü yarmasıyla hastaneye götürdüm onu, orada karnı acıktı diye yemek aldığımda bana çok iyi olduğumu söyleyip bir baktı ki, bakışındaki teşekkürü anlamamak için embesil olmak gerekirdi. oradaki stresimle arka arkaya götürdüğüm 3 brownie intense üzerine bana dönüp, sen tam bir bağımlısın dedi ve sana bir torba dolusu çikolata alacağım dedi. ama bunu öyle bir içtenlikle, öyle bir tatlılıkla söyledi ki o yaralı gözüyle, ben yine ağlamaya başladım. sinirlerim harap olmuştu hastanede, sk'nın ilgisizliği, orada yapayalnız olmam ve guido'ya baktıkça kanlı bir göz görmem, pek yardımcı olmuyordu. o günün bitmesini istiyordum artık, rahatlamak..
her gün havuzda yüzüp sutopu oynayarak eğlenmemizin, bütün günü takımımızla geçirmeyi iş değil zevk olarak görüp bundan hiç şikayet etmememizin, çılgınlar gibi gülüp en olumsuz şeylerde bile mutlu olmamızın bedelini son iki gün ödedik. biri hastane olayıydı, diğeri ise dönüş rezaleti. 6da kapıdan bizi alacağı söylenen shuttle'dan eser yoktu, arayıp nerede diye sorduğumuzda da size shuttle falan yok tarzı cevaplar ve hatta açılmayan telefonlar bulduk karşımızda. başınızın çaresine bakın dediler bize, bizim sorumluluğumuzmuş gibi. biz guide olurken aynı zamanda ulaşımcı, infocu, supervizör ve hatta organizatör olacağımızı bilmiyorduk tabii, ama işlerine geldi herşeyi üzerimize yıkmak. herkesin kıçında pireler uçuşurken, cebimizde 5 kuruş olmadan boğaziçi'nden sabiha gökçen'e nasıl gideriz onun hesabını yapmaya çalışıyordum ağlaya ağlaya. yoldan geçen otobüslere yalvarmak zorunda kaldık, halimize acıyan servis şöförlerinin yardımıyla gittik havaalanına ama, bir nasıl gittiniz diye bile sormadı bu rezaletin sorumluları. benim canım takımımsa, tüm yol ağlayan guidelarını teselli ediyordu, iyi iş çıkardın diyordu, hala teşekkür ediyordu başına gelen onca talihsizliğe rağmen. ben bu kadar tatlı insanlar görmedim hayatımda, bize aldıkları birer şişe şarap, benim bir torba dolusu brownie intense'im, bj'imin bana verdiği holland tişörtü, çektiğimiz yüzlerce eğlenceli fotoğraf, mesajları ve dostlukları cebimizde, yaşlı gözlerle vedalaştık. kim derdi ki bir haftadır tanıdığın insanlarla ayrılmak bu kadar zor olacak, oldu işte. onlara el sallayıp arkamızı döndüğümüz an hıçkırmaya başladık meltem'le, histerik kahkahalarımız durmayan gözyaşlarına karıştı, saniyesinde özlemeye başlamıştık bizimkileri..
anlatsak inanmazlar, yerde yattığımız, çikolatayla beslendiğimiz, toplamda 15 saat uyumadığımız o 1 hafta hayatımızın belki de en güzel haftasıydı. tanıdığımız insanlar, geçirdiğimiz vakitler çok değerliydi. boğaziçi'nin en köklü kulüplerinden sk'ya yakışmayan rezaletlere rağmen unutulmaz anılarla doluydu bu sf. herşeye rağmen şanslıydık, takımımızla iletişimimiz mükemmeldi çünkü. bir daha guide olmak? bu umarsız kadroyla çok zor.. ama sf? her zaman..

28 Mayıs 2010 Cuma

LOST'un sonsuzluğu

beni tanıyan tanımayan herkesin benden bunu beklediğini biliyorum, ki beklemeseler de benim bunu yapmamam gibi bir olasılık yoktu, malum içimde tutamadığım hislerimden ve hayattaki galatasaraydan sonra en büyük fanatizmim olan losttan böyle bir blog çıkaramazsam yuh bana idi durum.. gecikme için özür dilerim, sporsfest ve sonrasındaki toparlanma dönemime geldi final, finali tüm dünyayla izleyememenin utancı içerisindeyim hala, ama yine de bir gün gecikmeyle izledim, hayal kırıklığına uğramasın lostçularım..

6 yıl önce, güzel bir çift göz açıldı ve benim için bitmeyecek bir efsane başladı. aslında ben 4 yıl önce başladım, 2 sezonu yaklaşık 3 günde izleyip, 3. sezondan dünyayı yakalamıştım. geç bile kalmışım ama, o 2 sezonu arka arkaya dilediğimce tadını çıkartarak izleme şansım olduğu için de dengeledim bu negativiteyi. (laf.) o güzel gözler tabii ki jack'e aitti, efsanenin esas sahibi bence. başrol kavramının soyut olduğu bir yapımdı lost, buna rağmen jack karakteriyle matthew fox bas bas bağırıyordu ben başrolüm kardeşim diye. etkisinin azaldığı ve arttığı bölümler, hatta sezonlar olmasına rağmen, jack shephard her zaman 1 numara oldu lost için.

lost, her bölümüyle tartışma konusu oldu biz lost severler için. hani o neydi bu neydi den çok, teorilerimiz vardı, her lost fanının mutlaka onlarca teorisi olurdu, şarttı bu. çünkü lostu sadece izlemek değildi lost fanatiği olmak, yorumlamak, üzerine düşünmek, arkadaşlarla tartışmak, forumları okumak, yeni fikirleri kabul etmek veya başkalarının tezlerini çürütmek de bir parçasıydı lost izlemenin. hep merak etmekti lost fanatiği olmak, hep düşünmekti. hep yeni sorulara cevap arayıp hiç bulamamaktı. ama biz lostu böyle sevdik. merak edip meraktan çatlayıp aylarca yeni bölüm beklemeyi sevdik, mazoşist bir zevk aldık bize yaptıkları işkenceden. ilk sezon bitiminde bir hatch patlattılar, ikinci sezona kadar kaç ölü kaç yaralı acaba lostçulardan.. listeyi her bir mistery ile uzatmayacağım tabii, esas nokta kapıldı.

5. sezon bitiminde, yine müthiş ötesi bir sezon finali karşıladı bizi. sanırım benim en çok beğendiğim finaldi 6 sezon içinde, çünkü bu kez, lost başlayana kadar düşündüm ne olacağını, juliet'in sonunda patlattığı nükleer silahın neye yol açacağını, adadakilere ve ada dışındakilere ne olacağını.. çıldırdığım bir diğer final ''we have to go back kate'' idi elbet, ama hayır, 5. sezonun bu son bölümü lost fanatizmime tavan yaptırmış, tavanları kırıp göklere çıkarmıştı. sonra tuhaf bir bekleme dönemine girdik. bir yandan başlasın artık, öğrenelim neler olmuş diyorduk, bir yandan da başlamasın istiyorduk çünkü başlayınca bitecek, bitince de lost tamamen gidecekti, artık sezon finali değildi bizi bekleyen, büyük finaldi.. peki neydi büyük finalden beklentilerimiz?

kendime soruyorum, ne bekliyordum büyük finalden diye, net cevaplarım yok. fakat, bize tüm sorularımızı cevaplayacakları vaadini verdiler mi, verdiler. tuttular mı, tutmadılar. ama tutabilirler miydi? bence tutamazlardı. ha, 6. sezona öyle bir başlarsın ki, yeni sorular soru işartelerinden denizler yapmak yerine çözümleri sunan, sayıları açıklayan, hurley'i, miles'ı, walt'u açıklayan, jack'in babasından, görünmez jacob'a, man in black'in (adamın adı bile yok) olayından, o danielle denen kadına her bilinmeyeni kapsayan bir açıklama yapan sezonu dayardın bize, olurdu o zaman. 6. sezon, paralel evren sandığımız bir yeni dünyayla başladı ki, jack juliet'le evlenmiş, çocuğu olmuş, sawyer dedektifmiş, miles ortağıymış. alex ben'in öğrencisi, locke ben'in iş arkadaşıymış, babam aslında annemin abisiymiş de kuzenim benim amcammış falan da filanmış. şimdi uçağa binerken jack bekardı da uçak 'düşmeyince' evli ve çocuklu bir adama mı dönüştü gibi saçma ama yerinde sorular oluşmaya başladı biz lost çevresinde. finalde aslında o dünyanın afterlife şeklinde bir duruma dönüştüğünü, adanın da araf olarak betimlendiğini görsek de, ı-ıh bu bizi tatmin etmedi. bir dokunuşla ada hayatını anımsamak bölümleri her ne kadar inanılmaz duygusal ve gözyaşlarıyla izlenen sahneler de olsa, dramatize ediliş ve önümüze pişirilip konuluş biçimi açısından biraz 'al evladım, ye bu şekeri' tadı vermedi değil.. kandırdılar yani bizi orada. mesela ben, jack ile kate'in dokunuşlarında adayı yaşama sahnelerinde ağlamaktan izleyemedim, doğal olarak dikkatim dağıldı, sinir olamadım. ya da sawyer ve juliet'in sarılıp ağladıkları kısımda onlara öylesine odaklanmıştım ki, juliet'in o hayatta jack'le evli olduğu detayı aklımdan gitmişti. bir de tabii tüm bölüm boyunca (yaklaşık 2 saat) lost'u son kez izliyor olmamın duygusal baskısı (yani son diyorsam yeni bölüm olarak son), psikolojimi öylesine bozdu ki, final bana zulüm gibi geldi, ağla ağla ağla, bulanık gördüğüm sahneler olmadı değil.

peki tatmin oldu mu lost sever? olmadı aslında. olmamakta da haklı. fakat, anlık tatminler için lost'u izleyen sözde fanlar, onlar tatmin olmasa da olur, hatta iyi olur. çünkü hala, aaa numaraları açıklamadılar pooooof 6 senem boşa gittiiiiii diye zırvalayan çakma takipçiler, bize nasıl büyük bir şans verildiğinin farkında değiller. şimdi, herşeyin çözüldüğü bir final hayal edelim. hatta 7. sezon belki, herşeyin ama herşeyin sırrını öğrendiğimiz, sayılardan adanın gizemine, özel güçlü insanlardan, claire'nin falcısına, walt ve michael'den hurley'in o kızcağızına kadar herşeyi çözen bir final. tamam, hiç bir soru işareti yok artık kafamızda, muhtemelen de hiç bir teorimiz tutmadı. herşeyi biliyoruz, ve acı gerçek hala ortada, lost bitti. a benim akıllı bıdıklarım, görmüyor musunuz, lost gündemimizde en fazla bir kaç hafta kalabilir o haliyle.. oysa şimdi, arkasında bıraktığı hala sırrı çözülmemiş mevzularıla bizi dinamik lost fanatikleri olarak yetiştirdi. biz aramızda konuşurken şimdi, yaa bak o da şöyleymiş demeyeceğiz ki, ya o değil de, şu neydi acaba, bence böyle böyleydi diyebileceğiz. ki bu bence bize bahşedilmiş bir durum. gündemimizden düşmeyecek lost böylece, teorilerimizi çürümüş ya da onaylanmış yapmayacak ki biz onları sürdürebileceğiz. yani demek istediğim o ki, gerçek lost fanları çok da üzülmemiş olmalılar bu cevaplanmamış onlarca soruya..

lost'la ve büyük finalle ilgili yazacağım, ekleyeceğim çok şey var daha. internetimdeki sorun yüzünden saatler kaybettim ve eklemelerimi yapamıyorum şuan. bu arada, ağır spoiler içerdiğimi, hatta direk finali anlattığımı biliyorum. ama fikrim şudur ki, eğer lost izliyor da, finali 1 hafta geçmesine rağmen hala izlemeden durabiliyorsanız, zaten lost fanı falan değilsinizdir, okuyup öğrenip tüm tadını kaçırmayı haketmişsinizdir, o yüzden sizi uyarmadım. hadi size geçmiş olsun. benim sonsuz aşkım bitmedi, hala senaryosunu yazıyorum ben..

12 Mayıs 2010 Çarşamba

orada KALmak

üzerimden güldü geçti martılar, dinleyerek başlamak istedim yine.

evimden çok ev, ailem kadar aile olan insanlar dolu martı yuvası, KAL.. yavru martı lakabımıza alışmaya çalışırken ne oldu, hangi ara oldu da biz mezun martı kategorisine geçiş yaptık, ne zaman okul hatıralarına gözler dolar oldu bilmem. tek bildiğim, o 6 mayıs'ın, okuldaki son günümüzün, siz parayla biz beleş ibne senjozefin, yakılan meşalelerin, 'o9 yazısını yazışımızın üzerinden 1 sene geçmiş. 1 sene!! şimdi '1o mezun oluyor, son fotoğrafları lise eteğiyle, son videoları hep birlikte, bir yerlerden görüyorum onları da, içim cız ediyor, bir sene önce kalbimizi bırakıp ayrıldığımız, onlara emanet ettiğimiz yuvamızı şimdi de onlar terk etmek zorunda, yeni yavru martılara yer açmak için.
ama bilmeleri gereken birşey var ki, o da asla oradan ayrılmayacak olmaları aslında. o çamlığın kokusuyla yaşayacakları attıkları her adımda. evet, yıllar olmadı belki daha ama, her gün o kadar yoğun hissediyorum ki kal özlemini, ileride azalmayacağını anlamak zor değil, eksik kaldığını hissedersin zaten..

birçoğu boğaziçi istiyor şimdi müstakbel mezun martıların. bense boğaziçinde hala misafir gibi hissediyorum kendimi. ''manzara'' dedikleri yere ''çamlık'' diyorum ben. manzarada içtiğim sigaradan, çamlıkta içtiğim sigaradan aldığım zevki almıyorum. (ki zaten 12 gün itibariyle bırakmışım, çamlıkta olsam bırakmazdım.) boğaz manzarası o şirin moda sahili manzarası kadar çekici gelmiyor bana, farklı bir kıtayı görmek, kalamış marina'yı görmek kadar heyecanlandırmıyor beni. yalan yok, çok memnunum boğaziçinden, olabileceğim tek yerdi kaldan sonra, ama kal değil işte..

liseme bu kadar düşkün olmamı anlayabilen kimse yok çevremde martılar dışında.. anlam veremeyenler, gülenler, yuh diyenler, göz devirenler çoğunlukta. ama ben de onları anlıyorum, kal havasını almadı ki onlar, polenli yolda yürümedi ki, çamlıkta büyümedi ki.. 3-4 değil, 5 sene yaşadık biz orada, ki 8 yıl yaşayanlardan almıştık mirasımızı, keş'ten stüdyo'ya, çamlığın kaçılabilecek en ufak deliğinden tüm hocaların efsanelerine herşeyi onlardan öğrenmiştik. en çok da birlik olmayı, bütün olmayı öğrenmiştik. ne kadar uygulayabildik, ne kadar alt dönemlerimize öğretebildik bilmem, ama kal'a iz bıraktığımızdan eminim, onun bizde bıraktığı izin yanında bir hiç de olsa..

5haziran.. özge'nin doğum günüyken bu gün sadece, geçen sene kep törenimiz vardı. bu sene ise talaş böreği gününe gideceğiz 5 haziranda, 1 yıl arayla, kepten talaşa.. 2009 talaşında daha olayın ciddiyetinin farkına varamamıştık, şaka gibi geliyordu mezun muamelesi, bu sene suratımıza tokat gibi çarpacak biliyorum.. 2009 talaşına kaanla gitmiştim, benden beteri var düşüncesi vardı içimde ona çaktırmasam da. hani ben daha buralı sayılırım, sen gideli 4 sene oldu oğlum diye, kendimi avutmaya çalışıyordum. bu sene elimi tutan geçen seneki halim olacak. oralarda bir yerlerde gezinen, lise eteğiyle elinde dosyalarıyla dolanan kız, bu sene daha güçlü olmam için yanımda olacak eminim.

evet, bir sene geçti ve ben kaldım oralarda. sonsuza kadar ait hissedeceğim yerde, en sevdiğim bahçede, güzel ağacın gölgesinde, polenli yolun en köşesinde, basket sahasının parkesinde, teknoloji sınıfı olamamış 12-i'nin penceresinde. gittiğim her yere taşıdığım kal sevgisiyle, biraz kıskançlıkla izlediğim alt dönemim de mezun olurken, gelecek dönemlerin ruhumuzu taşıyabilmesini diliyorum sadece. ve sonuna kadar tadını çıkarsınlar hayatlarının en güzel en ama en harika 5 senesinin.. bir anda bitiyor, dönülüp de bir saniyesi tekrar yaşanılamıyor çünkü..

7 Mayıs 2010 Cuma

öncelikler

hayatımda çok önemli bir yeri vardır öncelik kavramının.. kendi önceliklerimi de sorgularım, etrafımdakilerin de önceliklerine önem veririm her zaman. sorgulamaya üşenenler için can sıkıcı bir terimdir öncelik, çünkü yeri, önemi büyük, ama kavraması zor ve emek isteyen bir gerçeklik bu öncelikler.
öncelik, sevginin ve değerin en yanılmaz ölçütüdür. şaşmaz, çünkü mümkün değildir önceliğin olan bir adamı herşeyden, herkesten çok sevmemen. ya da yine imkansızdır, seni önceliği hissettiren adama geçip beni sevmiyorsun diyebilmen.

en çok sevdiğim adamın önceliği takımıydı, hayatımda beni en çok o sevdi dediğim adamın. takımı, maçları, deplasmanları.. gitme diye yalvarırdım, giderdi. benimle olmanı çok istiyorum derdim, giderdi. bazen takımı 76 tane gol attığında maçtan erken çıkar, yanıma gelip bana 'sürpriz' yapardı. o zamanlar anlayamadığım şey, züğürt tesellisi deniyormuş buna. beni herkesten herşeyden çok severdi de, takımından, maçlarından çok sevemezdi.
yine ondan sonra en çok vaktimi verdiğim, en çok kalbimi açtığım adamın da önceliği oyundu. oyunlar, ve kendisi elbette. onu suçlamaya hak göremedim hiç bir zaman kendimde, çünkü o yerde durmuyordum onun için, o da bende durmuyormuş, bunun bilincindeydik ve etki alanlarımız kadar müdahale hakkı görüyorduk kendimizde, hiçe yakın yani. başını oyundan kaldırıp bana bakmadığı olmuştu, ya da başkalarını üzmemek adına kalbimi paramparça ettiği. yaa evet, çok seviyordu da beni işte, önceliği değildim sadece.

hayatım boyunca bu iki adama minnettar kalacağım, o ayrı. kendimi keşfetmeme sebep oldular, onların önceliği olmasam da birilerinin önceliği olacağımı, ve o birilerinden vazgeçemeyeceğimi anlamama yardımcı oldular. çok şey öğrettiler bana, en çok da önceliklerin, öncelik sıralamasının önemini.

bilen bilir, çok severim hıncal uluç yazılarını. öncelikler yazısını okuduktan sonra yine ondan ilham aldım, o yüzden yazmaya karar verdim. bilinçaltım konuşuyordu hıncalımı okurken, ağlaya ağlaya okumamın nedeni de, kendimi çok gerilerde hissettim o öncelik listesinde, ondan. şükür ki, dünyanın en özel annesine sahibim ve doğduğum andan beri tek önceliği bendim. ben anneme dışarı çıkalım desem, nereye demez, tamam der. anneme sinemaya gidelim desem, hangi filme demez, tamam der. yemeğe gidelim dediğimde de ne yiyeceğimizi sormaz. çünkü önemli olan benimle olmaktır onun için, ne yaptığımız, ne izlediğimiz, ne yediğimiz değil. bunu annemden başka kimsede göremedim henüz. ne bir arkadaşta, dostta, ne bir aile ferdinde, ne sevgililerimden herhangi birinde. annemin bana yaklaşımının yüzde birini bulsam bi adamda, dünyayı bırakıp ona kaçıcam falan herhalde. yine de, biliyorum bir gün biri çıkacak ve benim öncelik listemin pat diye en tepesine kurulacak, bu sırada alıp beni en birinci en en birinci önceliği yapacak.

şimdi izninizle, bana ilham veren, içimi acıtan ama gerçekleri yüzüme vuran o yazıyı almak istiyorum buraya, hıncalımı..

'"Öncelikler" üzerine yazıyorum yıllardır. Son zamanlarda çok yazdım ya.. "Hayatımızdaki en şaşmaz ölçüdür çünkü.. Birine ne kadar değer veriyoruz?.. Ya da biz onun için ne ifade ediyoruz.. Bunun ölçütü, yaşantımız içindeki öncelikler sıralamasındaki yerdir.."
***

Üniversite yıllarımız... Biz iki erkek arkadaşız. Onlar da iki kız. Öyle tanıştık SBF'nin kantininde.. Birlikte çıkıyoruz... O yıllarda çıkma ne demek.. Sinemaya falan birlikte gidiyoruz öğlenden sonraları. Akşam üzerleri de o zamanlarda çok ünlü Filiz Pastanesi'nde buluşup çay falan içiyoruz.
Gözlerden gözlere, zaman zaman birleşen ellerde bir flört var, hepsi o.. Çok sevdiğim bir şiir vardı, aklımda kaldığı kadarıyla, şöyleydi sanki, o yıllardaki aşklarımızı anlatan..
"Bir şey var aramızda. Senin gözlerinde belli, Benim yanan yüzümden.
Susuyoruz, arada bir, Gülüşerek başlıyoruz söze. Ne kadar gizlesek nafile, Bir şey var aramızda, Senin gözlerinde ışıldıyor, Benim dilimin ucunda.." Söyleyemiyoruz "Seni Seviyorum" diye..
Ama öyle şeyler yapıyoruz ki, her şey ayan beyan... Ne mi yapıyoruz mesela.. Biz üçümüz, Mülkiyeliyiz. "Aramızda bir şeyler olan" Orta Doğulu.. Birgün öğleye doğru, üç Mülkiyeli, Kızılay'da rastlaştık...
Sinemaya gitmek üzere sözleşiyoruz. Uzaktan bizim Orta Doğulu çıktı meydana.
"Hayrola" dedi.
"Öğleden sonra sinemaya gidiyoruz, haydi sende gel" dedim.
"Çok mu istiyorsun" dedi.
"Evet" dedim.
"Biletleri alın beni bekleyin. Senin için gelirim" dedi, koştu gitti.
Sinema ikide.. İkiye çeyrek kala buluştuk. Üç Mülkiyeli. Orta Doğulu görünürde yok.. Bizim kız "Hadi girelim" dedi. "O laf olsun diye 'Gelirim' dedi. Gelemez. Öğleden sonra final sınavı var. Nasıl gelir ki!."
Biletlerin ikisini onlara uzattım.. "Gelecek" dedim. "Siz girin, ben beklerim".
Saat iki buçuğu geçiyordu, sinemanın önünde bir taksi durdu. İçinden nefes nefese Orta Doğulu indi.. "Kusura bakma geç kaldım" dedi.." Öğleden sonra final sınavım vardı. Bu sınava raporsuz girmezsek dönem hakkım yanar. Bu yüzden girdim. Bomboş kağıdı, altını hemen imzalayıp verdim. Fırladım, taksiye koşarken ayağım burkuldu, topuğum kırıldı. Yurda gidip ayakkabımı değiştirmek zorunda kaldım. Bu yüzden geciktim."
Sonra kulağıma eğildi. "Ama ne kadar geç kalırsam kalayım, kapıda beni bekleyeceğini biliyordum" dedi. "Ben de geleceğini biliyordum" dedim, elini elimin içinde sıkarken..
Sevginin en yüce yanıdır, inanmak.. Ama ben başka şey anlatmak istiyorum, bugün.. İnsanları ne kadar seviyoruz. Onlara ne kadar değer veriyoruz. Bunun bir tek şaşmaz ölçeği var. Günlük hayatımızın önceliklerindeki yeri?
"Hadi sen de gel" dediğimde "Sınavım var, gelemem" diyebilirdi Orta Doğulu...
Kimse de bir şey diyemezdi. Öyle demedi... "Senin için her şeyi yaparım" dedi... Benimle herhangi bir gün, herhangi bir saatte gidebileceği o sinemaya, sırf ben o gün istiyorum diye, o gün gidebilmek için, sınavdan "0" almaya razı oldu.
Şimdi bir de herkesin günlük yaşantısında her zaman rastlanan başka örneklere bakın..
"Sevgilim, sana tapıyorum. Bugün buluşmayı çok isterdim ama, berberden randevu almıştım."
"Alo, darling, bu gece seninle buluşacaktık ya. Bir kız arkadaşım boyfrendi ile bozuşmuş. Onu teselli etmem gerek. Beni affet!"
"Hayatım sen bir tanesin. Ama yarın buluşamayız. Galatasaray'ın maçı var."
Listeyi sabaha kadar uzatabilirsiniz. Şimdi bir düşünün. Hem size ileri sürülen özürlere. Hem sizin ileri sürdüklerinize. Kimi, neleri tercih ediyorsunuz, kimlere... Ve siz nelere tercih ediliyorsunuz? Eğer, sizin için berberden, maçtan, sizi davet eden ya da size gelen herhangi bir arkadaştan sonra geliyorsa, sakın ola, onu sevdiğinizi falan düşünmeye kalkmayın.
İnsanlar bazen kendilerini de kandırır. Ya da şüpheye düşerler, "Ona karşı duygularım, çok karışık... Seviyor muyum acaba" diye..
Sevginin ve değerin en yanılmaz ölçeği, tercihtir, önceliktir.
"Hadi sinemaya gidelim" dediğinizde, arkadaşını "Tabii, harika" demeden önce "Ne film oynuyor" diyorsa, hele hele ardından "Ben o filmi sevmem" deyip, buluşma teklifinizi reddediyorsa mesela, bilin ki asıl sevdiği sinemadır. Siz değilsiniz. Siz ancak onun ilgisini çekecek bir film ve boş bir zamanını bulabilirseniz, onunla buluşabilirsiniz. Bunun da adı sevgi olamaz tabii... Sevgide önemli olan bir arada olmaktır. Sinema bahanedir sadece. Düşünün bakalım, sevdiğinizi sandığınız insanın, hayatınızdaki öncelik sırası neydi?
En tepede mi? O zaman gerçekten seviyorsunuz demektir.
Ya da şöyle...
Hayatındaki en büyük önceliği daima size veriyorsa, hiç şüpheniz olmasın, en çok sizi seviyor. Onun için en değerli varlık sizsiniz.
Hem kendi karmaşık duygularınızı çözmenin, hem de onun duygularını kesinlikle belirlemenin en yanılmaz yoludur, öncelik tespiti...Çünkü en çok sevilen, en önce gelir.
"Benim her şeyimsin" kolay laftır, herkes söyleyebilir. Eğer sizi her şeye tercih ediyorsa ancak o zaman her şeyiniz demektir gerçekten.
Birisiyle ilgili duygularınızdan ya da onun duygularından şüpheniz varsa, derhal bu "Öncelik" testini yapın, her günkü yaşantınızdan örnekleri hatırlayarak.
Gerçek hemen ortaya çıkacaktır.
Sevmek en öne almaktır çünkü.. Her şeyin önüne almak!.. ''


işte bu gerçekten demek istediğimiz. öncelik herşey demek, sevmek öne almak demek, herşeyin önünde tutmak demek. ayrıca ne dediğin değil, karşındakinin ne anladığı önemlidir gibi, ne hissettiğin değil, karşındakine ne hissettiğini hissettirdiğindir önemli olan. sabaha kadar hisset, ne yapayım bana öyle hissettiremiyorsan?..

lost diye ağlarken

yani yazmıyım yazmıyım diyorum da, şimdi böyle salya sümük olunca lostta, dayanamadım.
lost ağlatmazdı. oha falan olurduk, şoklar geçirirdik, ağzımız beş karış açık kalırdı, bundan 3 sene önce her cuma 11-i de lost öğle tenefüsleri varken birbirimizin surat ifadelerine azgın tepkiler verirdik. lost buydu. şimdi sun ve jin elele ölüyor, jack'im güzel gözlerini süze süze kate'e sarılıyor, sawyer başına demiri yiyip kanamaya başlıyor sayid paramparça oluyor falan, ağlayarak izliyorum resmen. hani tamam bende sorun, ben zaten çabuk etkilenip çabuk ağlarım böyle dizi film dalgalarına ama losta değil ya, losta 'aaaaabiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii' diye delirmekti benim en büyük zevkim, şaşırıp şaşırıp kalmaktı, sinirlenmekti, merak etmekti. ağlatman hiç olmadı lost. bir de boşu boşuna jack'e sempati duymamıza sebep oluyorlar birkaç bölümdür, çok etkileyici bir karakter olduğu günlere döner gibiyiz, ki bu benim hiç hoşuma gitmiyor çünkü jack benim için jackten fazla malesef. sevmiyorum seni jack, üzüyorsun beni o güzel suratınla. diziyi durdurup ekrana dokunmamı bekleme, yapmam. ama sen güldükçe başkası gülüyor içimde, o da hoş olmuyor.
yani son 4 bölüm artık. bitti bitiyor benim efsanem. lost.. lise hayatımı kapladığı gibi ergenlik hevesi olmadığını kanıtlarcasına hala hayatımda, hala merkeze yakın bir yerlerde, hala deli deli izleyip, çıldırdığım dizim. flashforwarda falan dalıp seni aldattığım günler için özür dilerim lost. keşke hiç bitmesen, keşke bütün karakterler gerçek hayatta ölene kadar devam etsen. ama vazgeçtim, matthew fox öldüğünde gerçekten çok perişan olabilirdim. aman, neyse.
bitene kadar benimsin lost. ağlaya ağlaya bitiricem seni, anlaşıldı..

6 Mayıs 2010 Perşembe

rüya

rahmetli freud'u çok anarım ben. şu bilinçaltımızdan, idimiz, egomuz, süperegomuzdan falan çok bahsederim, hele o bastırılmış arzularımızın davranışlarımıza yansıma şeklini kendimde ve çevremde gözlemleyerek adama hayran olur dururum. ama en çok rüyalara takığım ben. nedir rüya, neden görürüz, nasıl görürüz, gerçekten bilinçaltımız mı konuşur biz uyurken, söylendiği gibi saatlerce sürdüğünü sandığımız rüyalar bir kaç saniyeye mi sığıyor, rüyaların tersi mi çıkar, vs vs çok fazla soru var bu konuda kafamda ve aşırı ilgimi çekiyor, deliriyorum rüya olayının sırrını çözmek için.
kendimi iyi kötü biliyorum, bir olaya taktıysam, rüyama girer. birşeyden çok korktuysam, rüyama girer. (ya da rüyama girer, sonra ben ondan çok korkarım.) birini düşünüyorsam gereğinden fazla, rüyama girer. birini özlediğimi hissetmişsem bir anlık, rüyama girer. bana biri ya da birşey, birisini hatırlattıysa o da rüyama girer. işin tuhafı, film gibidir benim tüm rüyalarım. bazen bildiğin aksiyon filmi çekerim. kovalamacalar, anlamsız polisler silahlar kaçaklar, suçlular falan kol gezer. bazen birileri ölür ya da vahşice öldürülür, dram çekerim kendimce. romantik komediler ya da anlamsız hani o bu filmi gerçekten neden izliyordum duygusu veren senaryosuz saçmalıklar da rüyalarımın vazgeçilmezlerindendir.
en çok da alkol aldığım gecelerin rüyaları efsane olur. kendini bilmeyen sahneler zinciridir genelde ama, bazen de açık ve net, bütün gerçekleri pat pat yüzüme vuran rüyalar görürüm. işin garip yanı, her saniyesini de hatırlıyorum sarhoş yattığım halde. dün gece mesela, nasıl sarhoşum belli değil, ama gördüğüm rüyalar o kadar net, o kadar ne olduğu belli, o kadar ne demek istediği belli ki, işin içinden çıkamıyorum sabahtan beri.
son zamanlarda takıldığım çok fazla konu olmakla beraber, özellikle biri var aklımı çok kurcalayan. bir iki gündür azaldı diyordum ki, iki gecedir rüyama giriyor bu tuhaflık. gündüz yüzünü görüp de söyleyemediğim, hayalini bile kuramadığım ama sonradan bilinçaltıma ait olduğunu keşfettiğim şeyleri söylüyorum ona, ne hissediyorsam, ne istiyorsam anlatıyorum çat diye. evet rüyamda oluyor bu, ve evet hatırlıyorum. kabul, tuhaf. ama biraz alkol kesinlikle orada bir yerde rüyayla ilgilenen bir kısma doping etkisi yapıyor. bence şu meşhur norveçli bilim adamları biraz da bu konu üzerinde çalışsın, alkolün bir başka işlevini keşfettim diye gururlanırım ben de.
sözün özü, rüyalarımda buluşuruz, oradan da kaçamazlar herhalde. istediğimi söylerim, dinlemek zorunda karşımdaki. ne de olsa benim rüyamdayız, benim kurallarım geçer, benim dediğim olur orada. kendimi en güçlü hissettiğim yer rüyalarım, ona da müdahale edebilecek biri yok şansıma..

4 Mayıs 2010 Salı

penguen. kuzu

formspringime gelen ama cevaplamadığım bir soru oldu, onun üstüne de dengem bozuldu. bunu hedeflememiştir muhtemelen soran da, hassas zamanımı yakaladı sağolsun.
uyuyakalmışım, okula bile gitmemişim, ertesi gün matematik midtermü varmış, sigarayı bırakalı 5 gün olmuş, izolasyon dönemi gelmiş, bir isteyip bir vazgeçmiş yani öyle bir günmüş bugün. düşünmeden duramadığımın yanına bugün saçma sapan bir özleyesim geldi. ki kendimden biraz saklamayı becerebilsem de arada bir böyle kendini gösteriyor, ben aslında her an özlüyorum.
iki şarkı dinlemiyorum, iki sokaktan geçmiyorum, iki fotoğrafa bakmıyorum diye sanıyorlar mı hiç gelmez aklına insanın, ya da hatırlamak için illa objelere, drive dediğimiz zımbırtılara dürtülere gerek duyar insan? valla ben duymuyorum. tamam oyuncak kuzularım penguenim hıdırım falan hiç yardımcı olmuyorlar da, ayıp ya kardeşim, kentucky amcayı da mı unutayım? kfy yazdım geçen gün mesajda yanlışlıkla. KFC diye bas bas bağıran bendim oysa. yine geçen gün caddebostandayım, flugtagın yapılacağı yere bakıyorum, büyük patlamamı düşüneceğime 2008 baharını düşündüm, ne güzel bir gündü, nasıl mutsuzdum aslında ama el atılmıştı durumuma, yüzüm gülüyordu gün sonunda.
işte böyle, ille bir resim bir şarkı değil yani olay. obsesifsen obsesifsindir, ötesi yok. greg beni de psikiyatristine mi götürse diye düşünüyorum son günlerde. çünkü günlük yaşam kalitemi etkilemese de anlık buhranlara ya da anlık bilinç kayıplarına neden olabiliyor bu kuzu. işin komiği, bazen sanki 1 sene geçmemiş de hala oralardaymışım gibi, kendi kendime kavga ediyorum onunla, bir anda boynuna sarılıyorum ya da trip atıyorum saatlerce. gülmeye başlıyorum sesli sesli, hızımı alamayıp kalem kağıda falan sarıyorum bazen. sonra kendi halime gülüyorum, çıldırmış olmalıyım falan diye bir bilinç hali geliyor bana. damara bağlayamıyorum, mevsim müsait değil. ama eminim kış ortasında kendimi keserdim bu anlık buhranlara girseydim. bende jeton geç mi düşüyor ne, aylar geçiyor, sonra hallerim değişiyor. hoş, ben her an değişiyorum ya, kendime ayak uydurmakta zorlanıyorum aslında.
neyse ayaksız penguen, bakma ööyle bir yokladın beni, şuan herşey matematik üzerine!

2 Mayıs 2010 Pazar

nba

siz de azıcık ucundan basketçiyseniz, nba'yi mabediniz olarak görmüyor olamazsınız. her o ''i love this game'' statementini gördüğünüzde tüyleriniz diken diken oluyordur mutlaka, 'where amazing happens' diyorsunuzdur. All star geceleri uyku uyumak aklınıza bile gelmiyordur, okula gitmek için uyanmak zorunda olsa gözkapaklarını bile kaldırmayacak bünye, birden kaplan kesiliyordur, doğu-batı şovunun bir saniyesini bile kaçırmamak için.. her mvp seçilirken tahminler yürütüyorsunuzdur, sanki kendi çocuğunuz kazanmış gibi gurur duyuyorsunuzdur tahmininiz tutunca.
nba'in sitesi bir kenarda açık duruyordur çoğunlukla. transferlerle, maç sonuçlarıyla ilgilenmediğiniz zamanlarda bile bir playoff heyecanıyla gününüz renkleniyordur. tuttuğunuz takım olması zordur çünkü basketboldur orda sizi çeken, herkes kazansın isteyebilirsiniz. ama bir takım vardır mutlaka, o kazanınca bir farklı mutlu olursunuz. içten içe desteklersiniz işte o takımı.
koyu fenerbahçelilerin efes'ten nefret etmesi, galatasaraylıların gscc tribünlerini doldurması kadar normal birşey yok ya aslında, yine de çok kızarsınız onlara basketbolu lekelediklerini gördükçe. çünkü 'salon sporu'dur basketbol ya, elit kesim hissettirmelidir size. spor salonlarında çıkan kavgalar derinden üzer sizi, tuttuğunuz takımdan bile nefret edebilirsiniz basketbol tutukunluğunuzla.
basketbol hakkında yazılabilecek, söylenebilecek çok fazla şey var da içimde, yine aklımı ona veremediğimi farkettim ve herkesi nba playofflarını takip edip bu keyifli sürecin tadını çıkarmaya davet etmek istedim sadece. nba güzel bir lig, bizdeki gibi şeyler görmezsiniz orada, orası where amazing happens diye boşuna geçmiyor. kaliteli ve keyifli maçlar için gece uykunuzu bölemiyorsanız, daha az heyecanlı da olsa tekrarları, en azından özetleri izleyin derim. türksel süper ligmiş, beko basketbolmuş, ben nelerle uğraşıyorum diyeceksiniz. oradaki heyecanı burada yakalayabildiğimiz zaman biz de bir adım ilerlemiş olacağız sanırım.

1 Mayıs 2010 Cumartesi

lost

bilmiyorum oldu mu ama lost'un yeni episode u için geri sayım yapan bi countdowner buldm. emin değilim. olmadıysa da canım sağolsun.