22 Şubat 2018 Perşembe

Geç kalınmış

Tam olarak 3 yıl, 5 ay, 29 gün geç kalınmış bir veda edeceğim.
Neden şimdi bilmiyorum, bugün biraz hüzünlü bir ruh halinde olduğumdan belki.
Belki anneme biraz kırgın olmamdan, belki beni anlamayan herkese sitem etmek istememden.
Bu kadar zaman sonunda, ilk arkadaşıma veda edesim geldi, belki de hiç bir sebebi yok.

Henüz ayrılık olduğunu idrak edemediğim bir ayrılık yaşıyordum, dönüşü var sandığım. 8 yaşımdan beri arkadaşım olan Dilara'nın büyük bir acısına ortak olmaya çalışıyordum, acıların paylaştıkça azaldığına olan inancım henüz kuvvetliydi. Okulumdan yeni mezun olmuş, iş aramaya başlamama yalnızca bir kaç hafta kalmıştı. Hayatımın en hızlı ve radikal değiştiği günlerde sanıyordum kendimi, tepetaklak olmak üzere olduğundan haberim yoktu.

Bambaşka bir haldeydim. Aklım kaç karış havadaydı sahi? Ayrılığı kabullenemediğim dakikalar, aklımda yalnızca adamın biri, ne olur ne biter düşünerek, elimde telefon uyuyakalmıştım gecenin bir yarısı, Bodrum sıcağında. Her gece yastığa başımızı koyarken, gece bıraktığımızdan daha iyi bir dünyaya uyanacağımız umuduyla yumuyormuşuz gözlerimizi, ertesi sabah öğrenecektim.

Annemin ağladığından eminim, babam da ağlıyordu galiba. Kavga mı ediyorlardı? Birine bir şey mi olmuştu? İzmir'de herkes iyi miydi, kötü bir haber mi almışlardı, umarım almamışlardır diye düşünüyordum geceden kalma gözlerimi zar zor açmaya çalışırken. Yataktan kalkışım, yanlarına gidip "ne oldu??" dehşetim, babamın yaşlı gözleri ve çaresiz kafa sallayışı, hepsi bir kaç saniye, ve bir kaç ömür uzunluğundaydı.

Sadece adını söyledi. İlk arkadaşımın. Başka bir şey söylemesine gerek yoktu olduğum yerde çökmem için. Anlamıştım.

Hayat sandığımızdan da enteresan. Sonsuza kadar kalacak sandığımız şeyleri öyle ani, öyle sert alıyor ki ellerimizden, ne şaşırmaya, ne öfkelenmeye, ne itiraz etmeye vakit bulabiliyoruz. Kalakalmak diye bir fiil iyi ki var güzel dilimizde, kalakalıyoruz. Ben o duvar dibinde kalakaldım, bir kaç yıldır da bir parçam hala o duvar dibinde sanki.

Anlatamayacağım, başlarken anlatabileceğimi düşünmüştüm. Veda da edemeyeceğim sanırım, garip, hala hazır değilim. Kolumdaki dövmeye selam gönderip, küçük bir isyan ederek bitireceğim şimdilik. Çünkü kaybetmeyi kabullenmek sandığımdan daha zor. Kendimi kandırmak içinse fazla yaşlıyım.
-Şimdi hitap biçimimi değiştirip, üçüncü tekil şahıstan "sen" demeye geçiyorum.-

Yine de bencil duygularımı bir kenara bırakabildiğim nadir anlarda, mutluyum senin için. Öyle bir kurtuldun ki, varsın ben sana veda edememiş olayım. Hem veda dediğin nedir ki, gittin sandığım anda, rüyamda öyle bir yanımdaydın ki, asla veda etmeyeceğini biliyordum. Demek ki bir kaç dakika içinde bile değişebilen hislerim çok da yanılmıyor bu konuda, veda için geç kalmadım çünkü aslında gerçek bir vedaya gerek yok. Çünkü hissedebildiğimiz kadar yakın, kabullenebildiğimiz kadar uzağız. Ben şimdi seni yanıbaşımda hissediyorum ve inanmazsın, keyfim epey yerinde.

İsyan edecektim? Etmiyorum, ondan da vazgeçtim. Mutlu olduğumu biliyorsun, görüyorsun. Seni çok özlediğimi de. Özlem kelimesinin içini bomboş bırakacak kadar özledim seni, öyle ki yeni kelimeler lazım bu dile sanki, artık ihtiyacımı karşılamıyor. Bir tek şarkı var her dinlediğimde gülümsemeyle ağlama arasında gidip gelen histerik sahneler yaşamama sebep;

it's been a long day without you my friend. and i'll tell you all about it when i see you again. 


3 Şubat 2018 Cumartesi

Balon


2-2,5 yaşlarımdayım sanırım, çekirdek ailenin tek çocuğu, kendinden küçük bir kuzeniyle büyük ailenin de ilk torunu, ilk göz ağrısı olmaktan gelen bir şımarıklık mevcut her hareketimde, bir de her istediğinin saniyesinde kucağına düşmesi var tabii, benden iyisi yok. Yine böyle bir gün, güneşli güzel bir hava, Beylerbeyi'ndeyiz ailece. Babam, henüz yeni kullanmaya başladığı kamerası ile çekimde. Her hareketimi ölümsüzleştiriyor, 20-25 sene sonra psikolojimi darmadağın edeceğinin elbet bilincinde değil. Videoya çekilmenin ne demek olduğunu henüz pek bilmiyorum, herhangi bir yapmacıklık yok hareketlerimde, tamamen neysem oyum. Annem, henüz 24 yaşlarında (evet benim şu anki yaşımdan bir 3,5 yıl kadar genç, fakat bir o kadar daha olgun, "anne" olmuş bir kadın) tüm Avrupailiği ile ekranda görünüyor. 

Hemen arkasındayım, fazla uzağa gidemem ya, sesim yine çatallı, mutluluk saçan bir tonda "anneeee, baaabaaaa, baaaaakk" diye annemin henüz satın aldığı balonlarımı gösteriyorum etrafa. Biri pembe, biri mavi iki balon bağlanmış iki bileğime. Biri Can'ın. Can, kuzenim. "Mavi Can'ın, pembe Destine'nin" diyor annem. -mavi her zaman en sevdiğim renkti, pembeyi de hiç sevmezdim küçükken, sahi neden erkeklere mavi, kızlara pembe? Çocuk olarak karşılaştığımız ilk gereksiz ayrımcılık sanırım. Renklere cinsiyet atamak hangi zihni sinirin parlak fikriymiş?  Balonları bileğimden çözmeye çalışıyorum, sebep belli: "Can'a vericeem!" Annem mavi balonu bileğimden çözüyor yavaşça, pembeyi bırakıyor kolumda ama ben tatmin olmuyorum. Sakin, ılımlı bir tonla "çıkar kolumdan".  Henüz istediğimi elde edemedim,  bir de itiraz geliyor annemden: "Uçan balon bu Destine, çözersek kaçar, bak. Can'ın da koluna bağlayacağız." Biraz düşünüyorum, hala tatmin olmadım. 25 sene sonra hala sebebini anlayamadığım bir şekilde kolumdan çözülmesini istiyorum balonumun, elimde tutacağım. Annem defalarca uyariyor tatli tatli, sebeplerini acikliyor, ufaktan tehdide başlayacağı noktada artık huysuzlanıyorum: "kolumdan çıkaaaaar."  

Annemin vurucu "bu kaçacak ve sana bir daha bana balon yok" söylemleri eşliğinde bileğimden balon yavaşça çözülüyor, mutluyum. Babam da çaktırmadan bir "Destineciğim yazık olacak balona" diyor ama, annemin naraları yanında beni pek etkileyemeyecek açıkçası. Bir kaç saniye sonra hedefine ulaşacağını bilmenin verdiği göğse sığamayan heyecanla yüzüme muhteşem bir gülümseme yerleşiyor, gerçekten benden mutlusu yok. Ah, o ipin bileğimden çözülüp parmaklarımın arasında özgürce oynamaya başladığı an.. Alt dudağımı ısırıyorum heyecandan. Neşem, istediğini elde eden bir çocuktan çok büyük ikramiye vurmuş çobanın hala olan şeyin muhteşemliğine inanamayan, büyülenmişlikle bezeli neşesine benziyor. Tabii ki uzun sürmeyecek. -Hangi mutluluk uzun sürmüş? Annenin uyardığı, başına gelecekleri anlattığı senaryolarda ne zaman yanıldığını gördün? Ne zannettin, uçan balonu "böyle tutarııım" dedin diye tutabileceğini mi? Hangi mutluluğun sen küçücük parmaklarınla tutabilirsin sandın, dört elle sarıldın diye sonsuz olmaya karar verdi?

Ama bu kadar kısa sürmesi de haksızlık. 3, bilemedin 4 saniye sonra uçuyor vicdansız pembe balon. Bu ana kadar, kendimle ilgili pek de memnun olmadığım özelliklerin ta bebekliğime kadar uzandığını keşfetmiştim: yanlışta ısrar, inat, istediğini elde etmek için gerekirse her türlü huysuzluğu yapma potansiyeli, elde ettiği an arkasını dönüp kendi kendine eğlenmeye başlayacak kadar çekilmez bir karakter. Buradan sonra ise, hayran olunması gereken bir özelliğimle tanışıyoruz: "kendi düşen ağlamazcılık." Ne demek bu? Balonum, tabii ki, saniyeler içinde parmaklarımdan gökyüzüne doğru harekete geçip bağımsızlığını ilan ettiği sırada, sadece 1-2 saniye "hasss. npacaz? kaçtı madafaka" gibi bir afallama anı yaşıyorum, sonrası hüsran ama zararsız -ya da kendine zarar- bir hüsran. Ne ağlıyorum, ne isyan ediyorum, ne birine suç atıyorum, bütünüyle bir kabulleniş söz konusu. 2-2,5 yaşında bir çocuktan beklenmeyecek bir olgunluk, kaderine boyun eğme, "ben bunu hakettim, şimdi sesimi çıkarmamalıyım" farkındalığı. Helal olsun ufaklık, şimdi benim durabileceğimden daha güçlü durmuşsun. Belki de bu yüzden bugün hatalarımızın, inatlarımızın sonucunda üzüldüğümüzde, kendi kendimize acımızı çekip, sonuçlarına katlanabiliyoruz hareketlerimizin. O balon o parmaklardan kayıp gitmek zorundaymış sanki, bize bu dersi vermek için. 

-Küçük bir not: epey güzel bir çocukmuşum. Ağız, burun, gözler şahane. Kıyamazsın o acılı bakışlara, alt dudağı ısırıp ıstırap içinde gökyüzüne bakan o sevimli suratı gidip öpersin, sarılırsın, ne bileyim teselli edersin gibi geliyor. Annem, "anne sözü dinlemeliymişsin değil mi?" derken, babam acılı yüzüme zoom yaparak kameramanlık yeteneklerini geliştiriyor, sanat kasıyor. Günahtır el kadar çocuğa, diyemiyorum çünkü aşırı haketmişim, ama yine de.. Neyse.. Belki bu da ailemin beni güçlü biri yapma çabalarından biridir ya da yalnızca onlar da o sırada çocuk oldukları içindir.-

Ben bu videoyu ilk, 2013 yılında kardeşime 18. yaş günü için efsane bir hediye hazırlamakla meşgulken izledim. Öncesinde yıllar boyunca bana anlatıldı bu ailem tarafından fakat tabii ki abarttıklarını düşünüyordum. Abartmıyorlarmış. O günden bu güne, beni tanıyan, seven, olduğum gibi kabul edebilen değerli kimselere videoyu izletip, beni daha iyi tanıyın, neden böyleyim, ne zamandan beri böyleyim görün dedim. Yani, bu yukarıda anlatmaya çalıştığım video size izletildiyse, bilin ki benim için önemlisiniz. 


Peki, bu videoyu izleyen onlarca kişinin arasından biri, yalnızca biri, bir gün beni çağırdı, elinde onlarca balonla. Bir de kalem, balonların üzerine yazı yazabilecek cinsten bir kalem. Bana dedi ki; çocukken istemeden kaçırmışsın elinden o balonu. Şimdi, isteyerek bırakacaksın. Bırakmak istediğin şeyleri yazacaksın üstüne. Her şey olabilir, neleri bırakmak istediğini düşünmeye başla. Romantik mi derdiniz? Bilmiyorum, kategorize edemeyeceğim kadar kendine has, emsali ne uzak ne yakın geçmişte olmayan, özel bir hareketti, ben romantik diyemedim, romantik bir an da değildi zaten hani sizi çok iyi tanıyan birinin yanında hissedeceğiniz rahatlık ile kendiniz olabilme özgürlüğünde, duygulandığınızı rahat rahat ifade edebilirsiniz ya, daha çok öyle bir andı.

Yazdım, yazdım, yazdım sonra bıraktım ellerimden, yükselmelerini izledim önce, bilinçle vazgeçtiklerimin. Ama hayat bana ne zaman kusursuz olmuştu ki? Hain rüzgar, balonları bir ağaca taktı.. Neredeyse kurtulamıyordum bu kez kurtulmak için can attıklarımdan. Ama 2,5 yaşımda neysem şu yaşımda da o olduğumu kanıtlarcasına inat ettim, o balonlar özgürlüklerine kavuşacaktı! Kavuştular. İçimi huzur doldurduğundan pek habersiz yanımda mutlu mutlu yürüdü sonra. Bana bıraktığı ise, ucuz bir şarap şişesinden dökülen damlaların şaşırtıcı bir şekilde muhteşem lezzetli olması gibi bir mutluluktu. Beklenmedik bir mutluluk, belki de beklenmediği için mutluluk. Şaşırtmayı hep severdi çünkü o, çocukken de böyleydi. Karşına nerede çıkacağını bilemezdin, ama hep çıksın isterdin.