30 Eylül 2010 Perşembe

the real realist. murphy!

bu adama ne kadar taptığımı söylemiş miydim? biraz nefret ediyor da olabilirim, ne de olsa ikisi iç içe geçmiş duygular.

vikiciğim sağolsun, biraz kanun sıralıyoruz şimdi:

Genel Kurallar

  1. Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir.
  2. Bir şeyin birkaç şekilde ters gitme olasılığı varsa, hep en kötü sonuç doğuracak şekilde ters gidecektir.
  3. Bir şeyin ters gidebileceği olasılıkları engelleseniz bile, anında yeni bir olasılık ortaya çıkacaktır.
  4. Bir şeyin olma olasılığı, istenme olasılığı ile ters orantılıdır.
  5. Er ya da geç olası en kötü koşullar zincirlemesi vuku bulacaktır.
  6. Ne zaman bir şeyden vazgeçseniz, vazgeçtiğiniz o şey size geri gelir.
  7. Olmuyorsa zorlayın, kırılırsa zaten değişmesi gerekirdi.
  8. Ne kadar beklersen bekle istenmediği zaman gelecektir..


Örnekler

  • Yere düşen her şey ulaşılması en zor köşeye yuvarlanır.
  • Ne zaman arabamı yıkasam yağmur yağar, yağmur yağacağı için arabamı yıkamadığımda yağmur yağmaz.
  • Reçelli ekmek ne zaman yere düşse reçelli kısmı hep yere gelir.
  • Özür dilemek, izin almaktan daha kolaydır.
  • Uyuyan bir bebek, anne babası uykuya dalınca uyanır.
  • Bir şey tamir ederken elin tamamen yağlandığında burnun kaşınır.
  • İnsanların seni seyretme olasılığı düştüğün komik durum ile doğru orantılıdır.
  • Yanlış numara çevirdiğinde çevrilen numara kesinlikle meşgul değildir.
  • Patronuna lastiğin patladığı için geç kaldığını söylediğinde ertesi gün lastiğin gerçekten patlar.
  • Gırgır geçmeye başladığın anda patron kapıda görünür.
  • Sıkışık trafikte şerit değiştirdiğinde, terk ettiğin şerit daha hızlı akmaya başlar.
  • Duşa girip ıslandığında telefon çalar.
  • Birileri ile karşılaşma ihtimalin, görünmek istemediğin zaman en üst düzeydedir.
  • Bir makinenin çalışmadığını ispat etmen gerektiğinde kesin çalışır.
  • Kaşıntının şiddeti ulaşma zorluğun ile doğru orantılıdır.
  • Sinemada sıranın ortasında oturanlar salona en son girerler.
  • Ayağınıza tam oturan bir ayakkabı kesinlikle mağazadaki ayakkabıların en çirkinidir.
  • Herhangi bir şeyi beğendiğinizde derhal üretimden kaldırılır.
  • Bir şeye ulaşmak istediğinizde ve ulaşamayıp umudunuzu kestiğiniz anda, bir yerden bir şekilde size gelir.
  • İşler yolunda gittiği zaman mutlaka bir terslik vardır.
  • Aradığınız şeyi baktığınız en son yerde bulursunuz. (Aranılan bir şey birkaç yere bakılarak bulunur ve bulma eylemi zaten en son bakılan yerde gerçekleşir.)
  • Herhangi bir bilgide sayılar çok doğru gözüküyorsa boşuna kontrol etmeyin, yanlıştırlar.
  • Bir teklifin gerçek olması güvenilir olmasını gerektirmediği gibi, güvenilir bir teklifin de gerçek olması gerekmez.
  • Telefon çalmasını beklediğin süreler boyunca çalmayacak, ancak başından ayrılıp başka bir işle meşgul olduğun anda çalıp seni bölecektir.
  • Siz sınavlara istediğiniz kadar çalışın, sonunda her zaman çalışmadığınız bir yerden çıkacaktır!
  • Ne zaman sınavlara çalışacak olsanız uykunuz gelir, sınavdan sonra uykunuz açılır.
  • Dakikalarca beklediğin otobüs sen tam sigara yaktığında gelecektir.
  • Sigara dumanı her zaman sigara içmeyen kişiye doğru gelir.
  • Barda sana yanaşan kız barın en çirkin kızıdır.
  • Ne zaman kürdanı elinden atsan, dişinin arasında bir şeylerin kaldığını farkedersin.
  • Senin beklediğin ATM sırası herzaman yavaş ilerler.
  • Ne zaman merdivenleri çıkmaya başladığında aklına çisinin geldiğini farkedersin.



-altına yorum eklemek isterdim de, moralim bozuldu, yapamıyorum.

27 Eylül 2010 Pazartesi

beyin kanaması

beyin kanaması tarihe karışacakmış.
türk dahi çözüm bulmuş, bir hap diyor zırvalıyor birşeyler.

benim dedem beyin kanamasından ölürken neredeydi bu dahi acaba? canı cehenneme.
özledim seni dede.

26 Eylül 2010 Pazar

kendimi dinleyemiyorum

kendimi dinleyemiyorum derken, kendimle başbaşa kalamıyorum da diyebilirim. bunu bu yaz, kuşadası'nda keşfettim. (tabii ki.) tabii ki, çünkü kuşadası'nda bulduğum huzurla hep kendimle ilgili yeni şeyler keşfederim. profesyonel olarak basketbola devam edemeyeceğime ilk orada karar vermiştim. hayallerimin okulunun boğaziçi olduğuna da. kadıköy anadolu tercihimi orada yapmıştım, önemli insanları hayatımdan orada çıkartmıştım. herneyse..

adaya ilk gittiğim zamanlardı, hiç ama hiç yalnız kalmıyordum neredeyse. ailem, uzun zamandır görmediğim arkadaşlarım, geveze ve hoşsohbet komşularım, kuzenlerim ve diğer herşey sürekli oyalıyordu kafamı. diziler izliyordum, durmadan kitap okuyordum. ama gece yatağa yattım mı, uyku tutmuyordu hiç bir şekilde. 'uyuduğumu' hatırlamıyorum zaten, hep yorgunluktan bayılıyor ya da en sonunda uykusuzluğa dayanamayan bedenim sızıp kalıyordu. uyuyamamamın kendimce sebepleri vardı; dayım,anneannem ve bazen kuzenimden gelen senfonik horultular, evde 98579 kişi olduğumuz için ışığın ve sesin bitmemesi, dayımın televizyonu kapatmadan uyuma huyu.. fakat bir gün, evde sessizce uyuyan yengem ve küçük kuzenimden başka kimse yokken, odada yalnız uyumaya çalışırken, bir tek ışık bile beni engellemezken de aynı sorunu yaşayınca anladım. sorun dışarıdaki seslerde değildi, sorun kafamın içindeki seslerdi.. bir türlü susturamadığım gevezelerdi kafamdaki, engelleyemiyordum onları. gündüz sesleri kısık kalıyordu, ama gece acısını çıkartıyorlardı. ben de kendimce bir yöntem geliştirdim. i-touch'ıma bir playlist yaptım, 60-70 şarkılık. hepsi ağır ve uyku modu şarkılar, koydum kulağıma, kendimi dinleme zorunluluğum olmadan huzurlu bir uyku çektim. tabii bu alışkanlık haline geldi, kendimi dinlemek yerine güzelim sesleri dinliyorum artık, onlar benim gibi karga da değiller.

böylece kafamdaki sesleri ignore ettiğimi düşünüyorum. (kendimden tiksindim, ignore değil tabi hımm emm şey, devre dışı bıraktım, duymazdan gelebildim, yok saydım falan filan) fakat yine kendimden kaçamıyordum. yine bir gece kimseyi görmek istemiyordum ve tek başıma yürüyüşe çıktım. hayat kurtaran i-touch'ımı da aldım ki cebime, zihnim yine beni çileden çıkartmaya çalışırsa ona kafa tutabileyim diye. müzikle gittikçe hızlanan adımlarım bana birşey söylemek ister gibiydi, sanki yürüyüş yapmıyordum kulağımda tempolu bir müzikle, kendimden kaçmaya çalışıyordum. ama ne kadar hızlı yürürsem yürüyeyim, olmuyordu işte, ben hala bendeydim, kaçamıyordum.

anladım tamam bunun çözümü yok, ama hastalığın farkında olmak tedavinin ilk adımıdır derler, belki de kendimden kaçma çabalarımın farkına varmam bende bir gelişmeye sebep olur. hoş, neden kendimden kaçtığımı anlayamıyorum, nedenini gerçekten bilmiyorum çünkü aslında hiç bir sorun yok, hatta mükemmele yakın giden bir hayatım var. ama ben geçmişiyle bir türlü barışamayanlardanım, yaptığım en ufak hataları bile unutamayıp, büyütüp büyütüp kendime cezalar verme eğilimindeyim. bunu engellemek gayet zor olmakla beraber, imkansız olmasa gerek. çünkü eğer imkansızsa, sorunsuzluktan sorun yaratıp kafayı yiyebilitem var. (laf.)

öyle, bir nedeni bir sonucu olmayan yazıydı bu, içimden geldi sadece.

21 Eylül 2010 Salı

yok adı

güzel izmir'in güzel kordon'unda bir akşamüstü. burçak ve erdem'le sunset'ten çıkmışız, kara kış. izmir donuyor yine. içimdeki izmirli'yi eritmeye kararlı pis istanbul havasına alışmış bedenim, tir tir titriyor izmir'in ayazında. paltom, kat kat giydiğim kazaklar, sarındığım atkılar, başımdaki yün bere, ellerimdeki yün eldivenler, kat kat çoraplarım ve botlarım, kesinlikle işlevsiz, donuyorum adeta. sarılıp vedalaşacakken, sarılıyoruz üçümüz ve dişlerimiz birbirine çarpa çarpa sadece durabiliyoruz, hareket kabiliyetimizi bile engelleyen bir hava işte. nefesimin havada asılı kaldığına yemin edebilirim, uzansam dokunabilirdim soğuğa, hani bir soyutluk bu kadar somutluk kazanamazdı.
ama o anı, o günü, o yeri düşündükçe soğuk değil hissettiğim şimdi, bütün bedenimi sarıp sarmalayan bir sıcaklık, içim ısınıyor adeta. ironik değil mi, hayatımda belki de hiç o kadar üşümedim ama anısı hala sımsıcak, hissettiğim en güzel sıcaklık hatta. ne bir duyguda ne bir dokunuşta hissedemediğim bir şefkat var o anda. sanırım yer, zaman ve biraz da 'ben'im bunu böyle yapan. zihnimde öyle bir korumuşum ki o anı, farkında bile olmadan, düşüncesi gelir gelmez aklıma, huzurun tanımını yapıyorum kendimce.
şimdi izmir'de, ama eylül hüznünü değil, kara kış soğuğunu yaşamak istiyorum. iliklerime kadar üşüyeyim, dişlerim kırılacakmış gibi çarpsın birbirine, ellerim titresin bir şarkı seçemeyeyim orada kendime. -nedense 'bal' geldi aklıma ilk, şuan onu dinlediğim için belki de. 'bal' da içimi ısıtan şarkılardandır, her ne kadar buz kesilmeme sebep olan anıları da canlandırsa zaman zaman, 'bal' ın yeri ayrıdır.- evet o soğukla kendime geleyim, bir silkeleneyim, bir yandan da sımsıcak olsun içim. çünkü ne hava ısıtıyor insanın içini ne başka bir şey. anıların gücü yadsınamaz, takıntıların da. her ne olursa olsun, ben burçak ve erdem'le geçirdiğim o günü anarken hep böyle gülümseyeceğim ve hep böyle sımsıcak olacak içim, hissediyorum.

18 Eylül 2010 Cumartesi

quote

" Hakk'ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil seninle beraber aksın. 'Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir' diye endişe etme. Nereden biliyorsun, hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?.. "

Elif Şafak'ın Aşk'ından..

13 Eylül 2010 Pazartesi

özür dileriz atam

biz sana layık olamadık.
o çok güvendiğin türk gençliğinden sana sadece yüz karaları çıkarttık.
soysuzlara, ahlaksızlar
a, senin dişinle tırnağınla kazarak yoktan var ettiğin vatanımızı ellerimizle teslim ettik.
bize tokat patlatana diğer yanağımızı uzattık biz. biz, türk gençliği.
seni suçlayanlara saplayamadık bıçağı, sana saygısızlık edenlerin dillerini kesemedik.
senin kadar cesur olamadık biz, adam bile olamadık.
sen giderken için rahattı, bekçisiydik bıraktığın eserin, emeğin. meğer ne yanılmışsın, her gece uyuduk biz.
gözlerimizi sımsıkı kapadık, bizden ne istedilerse itiraz etmeden boyun eğdik.
senin savaştığın gibi savaşmadık biz, hep senden bir tane daha gelir diye bekledik.
ama gelmedi, gelmezdi. milyonda bir bulunan bir mücevheri çöp diye öğütücüye attık biz, yine kendi ellerimizle.
sen ne dünyalar kurdun bize, biz üç kuruşa sattık.
bizi satanları da göklere çıkardık.
göz göre göre yok ettiler bizi, parçaladılar, sesimizi çıkartmadık.
kendi sonumuzu kendi elimizle yazdık biz, altına imzalarımızı attık, mühürümüzü bastık.
utandırdık seni attığımız her adımla, aldığımız her nefesle devam ediyoruz rezilliğimize.
bir halt etmedik biz bu ülke adına, etmeyenlere sesimizi çıkartmadık.
senin düşmanlarını getirdik başımıza, senin emeklerine zerre saygısı olmayanları paşalar gibi yaşattık.
elimize geçen her fırsatta daha da batırdık kendimizi, onları batırabilecekken.
adına yakışamadık biz, adını ağzımıza almaya yüzümüz yok.
hiç bir gururu, hiç bir onuru haketmiyoruz biz.
beter olalım, hepimiz bin beter olalım da, sen orada rahat uyu tekrar.
ve sonsuzluk boyunca bırakma peşimizi, intikamını al her birimizden.
vur, öldür bizi de, bu utançla yaşatma.
özür bile dileyemiyoruz, karşımızda bir tanrı varken biz sülükler, asalaklar, parazitleriz.

yine de özür dilemek istiyorum ben, sen affetme bizi atam.

evet dedik biz, ATATÜRK'Ü YOK SAYMAK İSTİYOR MUSUNUZ? EVET.
SİZİ KANDIRIYORUZ, HORTUMLUYORUZ, SATIYORUZ, YİNE DE BİZ KALALIM MI? EVET.
HAHAHA, SİZ MAL MISINIZ? EVET.
evet dedik biz, evet.

sen bizi asla affetme atam, ben kendimi, ben kendi gençliğimi asla affedemem çünkü.

10 Eylül 2010 Cuma

derin


gidiyor şuan, uçakta.
italya'ya gidiyor. hem de az buz değil, 6 ay yok.
uzun zamandır belliydi de gidişi, şimdi gerçek olunca dayanılmaz bir hal aldı.
bir köprü uzağınızda olmasına katlanamadığınız insan kalkıyor dünyanın bir ucuna gidiyor, iş değil.

özleneceksin hatunum, çabuk git, çabuk gel, bir de dediğimi unutma, iki tane yakışıklı ötesi italyan kap gel bize, güzel güzel çocuklarımız olsun. hadi bakalım melisçik, sana oralarda bol şans..

p.s: yerimi ayır, tatilde oradayım banane, dayanamam 6 ay.


7 Eylül 2010 Salı

basketbol

siz futbol mu diyorsunuz hala? o 40 dakikaya sığan muhteşem hareketleri hiç görmediniz mi? kalbiniz çarpmadı mı son 1 dakikada 10 sayı farkı kapatırken takımınız, ya da tüm maçı önde götürüp son saniye üçlüğüyle yenilirken? mümkün değil mi bunlar sizin futbolunuzda? neden şaşırmadım acaba?

çünkü basketbolun tutukusu, aşkı, telaşı bambaşkadır.bir maçı izlemek değildir yalnızca, gerilmek ve heyecanlanmak da değildir tek başına. o top potayı yalayıp yere sekmeden önce çığlık atan her insanın damarlarındaki adrenalindir basketbol. asistlerin güzelliğini yakalamaktır, fake lere cevap alabilmektir. muhteşem bir üçlükle skoru hoplatmaktır. her maçı izlerken canınızın çekmesidir, ben oynamak istiyorum diye bağırmaktır.

yıllar oldu ben basketbolu bırakalı. okul takımlarını saymıyorum, kulüp takımında geçen senelrden sonra okul takımlarının haftada bir antrenmanları, ayda yılda bir maçları hiç kesmedi beni çünkü. çok özledim basketbolcu olmayı, elime topu alıp saatlerce bırakmamayı. hırstan ağrımı unutmayı, skoru değiştiren sayımla gözlerimin dolmasını, tribündeki sesleri, bench'ten gelen arkadaş alkışlarını. artık yerimde oturup televizyon kumandasıyla yönettiğim maçları istemiyorum, tekrar dönmek istiyorum parkelere, sıçramak istiyorum, şutör olmak istiyorum tekrar. tekrar, tekrar. bu şampiyona mahvetti beni, izlerken maçları ağlıyorum artık, ben de oynamalıyım, ben de diye. çılgınlar gibi özledim çünkü o topların kokusunu, salona girdiğimde ciğerlerimi dolduran havayı, soyunma odası geyiklerini, kondüsyon antremanlarından sonra kendimi çimlere atmayı. ne yalan söyleyeyim, line-drill eziyetlerini, ceza koşularını hatta ceza antrenmanlarını bile özledim. olduğu gibi özledim işte, iyisini kötüsünü herşeyini.

38

ben 17 yaşımı doldurmuştum daha.
o gondola binmek istemiyordu.
ben kuşadası'na gitmek üzereydim.
o bağdat caddesi'nde pankart boyuyordu.
ben liseliydim, en güzel liseden.
o mezundu benim yuvam olan liseden.
ben arkadaşımı üzmüştüm.
o dünyayı unutup gelmişti.
ben bırakıp gitmiştim.
o yine beni sevmişti.
38 ay geçmiş, yaşlanmışız.
ne farketmiş, aynı yerdeymişiz hala.
38 ay geçmiş, hiç bir şey değişmemiş.
iki çizgi artmış yüzümüzde, o kadar.
38 ay geçmiş, biz yine bizmişiz.

6 Eylül 2010 Pazartesi

özlemek.


uzak kalınca 1 ay kadar, istanbul özlemi kendini hissettirmeye başladı.
fakat en çok, iki yer.
bir, tabii ki balözü. uzun zamandır hayatımda olan bir sevgili, en güzel ve en acılı anlarıma şahit olan, acımı da mutluluğumu da paylaşan sokağım.
iki, hayatıma yeni giriş yapan kennedy lodge. orası da bende özel bir yer olarak duracak uzunca bir süre, belli.

tuhaftır, bunca yıldır balözü'nde yüzlerce saat geçirmiş olmama rağmen, orada çekilmiş bir tek kare fotoğrafım yok.. internette de bulamadım..

ama kennedy lodge..

1 Eylül 2010 Çarşamba

eksik

şimdi o gitti ya, ben çok eksiğim.
onu bırakıp daha 1 saat önce beraber beklediğimiz yerde tek başıma bulunca kendimi, dank etti,
en sevdiğim yerler bile onsuz güzel değil artık.
o olduğu sürece mavi gökyüzü, belirgin yıldızlar. o gidince bütün ışık sönüyor.
günlerden sonra sarılıp otobüse binişini izlemek ya da arkasından bir şişe suyu yere boşaltmak değil acı olan, beraber gittiğiniz bir yerden yalnız dönmek.
nasıl bir kafa, anlatamıyorum.
bıraktım geldim, çok çok eksik hissediyorum.
yıllarca yanyana duran süs mumlarından birinin yakılması gibi, diğeri orda öyle öksüz kalıyor.