22 Şubat 2018 Perşembe

Geç kalınmış

Tam olarak 3 yıl, 5 ay, 29 gün geç kalınmış bir veda edeceğim.
Neden şimdi bilmiyorum, bugün biraz hüzünlü bir ruh halinde olduğumdan belki.
Belki anneme biraz kırgın olmamdan, belki beni anlamayan herkese sitem etmek istememden.
Bu kadar zaman sonunda, ilk arkadaşıma veda edesim geldi, belki de hiç bir sebebi yok.

Henüz ayrılık olduğunu idrak edemediğim bir ayrılık yaşıyordum, dönüşü var sandığım. 8 yaşımdan beri arkadaşım olan Dilara'nın büyük bir acısına ortak olmaya çalışıyordum, acıların paylaştıkça azaldığına olan inancım henüz kuvvetliydi. Okulumdan yeni mezun olmuş, iş aramaya başlamama yalnızca bir kaç hafta kalmıştı. Hayatımın en hızlı ve radikal değiştiği günlerde sanıyordum kendimi, tepetaklak olmak üzere olduğundan haberim yoktu.

Bambaşka bir haldeydim. Aklım kaç karış havadaydı sahi? Ayrılığı kabullenemediğim dakikalar, aklımda yalnızca adamın biri, ne olur ne biter düşünerek, elimde telefon uyuyakalmıştım gecenin bir yarısı, Bodrum sıcağında. Her gece yastığa başımızı koyarken, gece bıraktığımızdan daha iyi bir dünyaya uyanacağımız umuduyla yumuyormuşuz gözlerimizi, ertesi sabah öğrenecektim.

Annemin ağladığından eminim, babam da ağlıyordu galiba. Kavga mı ediyorlardı? Birine bir şey mi olmuştu? İzmir'de herkes iyi miydi, kötü bir haber mi almışlardı, umarım almamışlardır diye düşünüyordum geceden kalma gözlerimi zar zor açmaya çalışırken. Yataktan kalkışım, yanlarına gidip "ne oldu??" dehşetim, babamın yaşlı gözleri ve çaresiz kafa sallayışı, hepsi bir kaç saniye, ve bir kaç ömür uzunluğundaydı.

Sadece adını söyledi. İlk arkadaşımın. Başka bir şey söylemesine gerek yoktu olduğum yerde çökmem için. Anlamıştım.

Hayat sandığımızdan da enteresan. Sonsuza kadar kalacak sandığımız şeyleri öyle ani, öyle sert alıyor ki ellerimizden, ne şaşırmaya, ne öfkelenmeye, ne itiraz etmeye vakit bulabiliyoruz. Kalakalmak diye bir fiil iyi ki var güzel dilimizde, kalakalıyoruz. Ben o duvar dibinde kalakaldım, bir kaç yıldır da bir parçam hala o duvar dibinde sanki.

Anlatamayacağım, başlarken anlatabileceğimi düşünmüştüm. Veda da edemeyeceğim sanırım, garip, hala hazır değilim. Kolumdaki dövmeye selam gönderip, küçük bir isyan ederek bitireceğim şimdilik. Çünkü kaybetmeyi kabullenmek sandığımdan daha zor. Kendimi kandırmak içinse fazla yaşlıyım.
-Şimdi hitap biçimimi değiştirip, üçüncü tekil şahıstan "sen" demeye geçiyorum.-

Yine de bencil duygularımı bir kenara bırakabildiğim nadir anlarda, mutluyum senin için. Öyle bir kurtuldun ki, varsın ben sana veda edememiş olayım. Hem veda dediğin nedir ki, gittin sandığım anda, rüyamda öyle bir yanımdaydın ki, asla veda etmeyeceğini biliyordum. Demek ki bir kaç dakika içinde bile değişebilen hislerim çok da yanılmıyor bu konuda, veda için geç kalmadım çünkü aslında gerçek bir vedaya gerek yok. Çünkü hissedebildiğimiz kadar yakın, kabullenebildiğimiz kadar uzağız. Ben şimdi seni yanıbaşımda hissediyorum ve inanmazsın, keyfim epey yerinde.

İsyan edecektim? Etmiyorum, ondan da vazgeçtim. Mutlu olduğumu biliyorsun, görüyorsun. Seni çok özlediğimi de. Özlem kelimesinin içini bomboş bırakacak kadar özledim seni, öyle ki yeni kelimeler lazım bu dile sanki, artık ihtiyacımı karşılamıyor. Bir tek şarkı var her dinlediğimde gülümsemeyle ağlama arasında gidip gelen histerik sahneler yaşamama sebep;

it's been a long day without you my friend. and i'll tell you all about it when i see you again. 


3 Şubat 2018 Cumartesi

Balon


2-2,5 yaşlarımdayım sanırım, çekirdek ailenin tek çocuğu, kendinden küçük bir kuzeniyle büyük ailenin de ilk torunu, ilk göz ağrısı olmaktan gelen bir şımarıklık mevcut her hareketimde, bir de her istediğinin saniyesinde kucağına düşmesi var tabii, benden iyisi yok. Yine böyle bir gün, güneşli güzel bir hava, Beylerbeyi'ndeyiz ailece. Babam, henüz yeni kullanmaya başladığı kamerası ile çekimde. Her hareketimi ölümsüzleştiriyor, 20-25 sene sonra psikolojimi darmadağın edeceğinin elbet bilincinde değil. Videoya çekilmenin ne demek olduğunu henüz pek bilmiyorum, herhangi bir yapmacıklık yok hareketlerimde, tamamen neysem oyum. Annem, henüz 24 yaşlarında (evet benim şu anki yaşımdan bir 3,5 yıl kadar genç, fakat bir o kadar daha olgun, "anne" olmuş bir kadın) tüm Avrupailiği ile ekranda görünüyor. 

Hemen arkasındayım, fazla uzağa gidemem ya, sesim yine çatallı, mutluluk saçan bir tonda "anneeee, baaabaaaa, baaaaakk" diye annemin henüz satın aldığı balonlarımı gösteriyorum etrafa. Biri pembe, biri mavi iki balon bağlanmış iki bileğime. Biri Can'ın. Can, kuzenim. "Mavi Can'ın, pembe Destine'nin" diyor annem. -mavi her zaman en sevdiğim renkti, pembeyi de hiç sevmezdim küçükken, sahi neden erkeklere mavi, kızlara pembe? Çocuk olarak karşılaştığımız ilk gereksiz ayrımcılık sanırım. Renklere cinsiyet atamak hangi zihni sinirin parlak fikriymiş?  Balonları bileğimden çözmeye çalışıyorum, sebep belli: "Can'a vericeem!" Annem mavi balonu bileğimden çözüyor yavaşça, pembeyi bırakıyor kolumda ama ben tatmin olmuyorum. Sakin, ılımlı bir tonla "çıkar kolumdan".  Henüz istediğimi elde edemedim,  bir de itiraz geliyor annemden: "Uçan balon bu Destine, çözersek kaçar, bak. Can'ın da koluna bağlayacağız." Biraz düşünüyorum, hala tatmin olmadım. 25 sene sonra hala sebebini anlayamadığım bir şekilde kolumdan çözülmesini istiyorum balonumun, elimde tutacağım. Annem defalarca uyariyor tatli tatli, sebeplerini acikliyor, ufaktan tehdide başlayacağı noktada artık huysuzlanıyorum: "kolumdan çıkaaaaar."  

Annemin vurucu "bu kaçacak ve sana bir daha bana balon yok" söylemleri eşliğinde bileğimden balon yavaşça çözülüyor, mutluyum. Babam da çaktırmadan bir "Destineciğim yazık olacak balona" diyor ama, annemin naraları yanında beni pek etkileyemeyecek açıkçası. Bir kaç saniye sonra hedefine ulaşacağını bilmenin verdiği göğse sığamayan heyecanla yüzüme muhteşem bir gülümseme yerleşiyor, gerçekten benden mutlusu yok. Ah, o ipin bileğimden çözülüp parmaklarımın arasında özgürce oynamaya başladığı an.. Alt dudağımı ısırıyorum heyecandan. Neşem, istediğini elde eden bir çocuktan çok büyük ikramiye vurmuş çobanın hala olan şeyin muhteşemliğine inanamayan, büyülenmişlikle bezeli neşesine benziyor. Tabii ki uzun sürmeyecek. -Hangi mutluluk uzun sürmüş? Annenin uyardığı, başına gelecekleri anlattığı senaryolarda ne zaman yanıldığını gördün? Ne zannettin, uçan balonu "böyle tutarııım" dedin diye tutabileceğini mi? Hangi mutluluğun sen küçücük parmaklarınla tutabilirsin sandın, dört elle sarıldın diye sonsuz olmaya karar verdi?

Ama bu kadar kısa sürmesi de haksızlık. 3, bilemedin 4 saniye sonra uçuyor vicdansız pembe balon. Bu ana kadar, kendimle ilgili pek de memnun olmadığım özelliklerin ta bebekliğime kadar uzandığını keşfetmiştim: yanlışta ısrar, inat, istediğini elde etmek için gerekirse her türlü huysuzluğu yapma potansiyeli, elde ettiği an arkasını dönüp kendi kendine eğlenmeye başlayacak kadar çekilmez bir karakter. Buradan sonra ise, hayran olunması gereken bir özelliğimle tanışıyoruz: "kendi düşen ağlamazcılık." Ne demek bu? Balonum, tabii ki, saniyeler içinde parmaklarımdan gökyüzüne doğru harekete geçip bağımsızlığını ilan ettiği sırada, sadece 1-2 saniye "hasss. npacaz? kaçtı madafaka" gibi bir afallama anı yaşıyorum, sonrası hüsran ama zararsız -ya da kendine zarar- bir hüsran. Ne ağlıyorum, ne isyan ediyorum, ne birine suç atıyorum, bütünüyle bir kabulleniş söz konusu. 2-2,5 yaşında bir çocuktan beklenmeyecek bir olgunluk, kaderine boyun eğme, "ben bunu hakettim, şimdi sesimi çıkarmamalıyım" farkındalığı. Helal olsun ufaklık, şimdi benim durabileceğimden daha güçlü durmuşsun. Belki de bu yüzden bugün hatalarımızın, inatlarımızın sonucunda üzüldüğümüzde, kendi kendimize acımızı çekip, sonuçlarına katlanabiliyoruz hareketlerimizin. O balon o parmaklardan kayıp gitmek zorundaymış sanki, bize bu dersi vermek için. 

-Küçük bir not: epey güzel bir çocukmuşum. Ağız, burun, gözler şahane. Kıyamazsın o acılı bakışlara, alt dudağı ısırıp ıstırap içinde gökyüzüne bakan o sevimli suratı gidip öpersin, sarılırsın, ne bileyim teselli edersin gibi geliyor. Annem, "anne sözü dinlemeliymişsin değil mi?" derken, babam acılı yüzüme zoom yaparak kameramanlık yeteneklerini geliştiriyor, sanat kasıyor. Günahtır el kadar çocuğa, diyemiyorum çünkü aşırı haketmişim, ama yine de.. Neyse.. Belki bu da ailemin beni güçlü biri yapma çabalarından biridir ya da yalnızca onlar da o sırada çocuk oldukları içindir.-

Ben bu videoyu ilk, 2013 yılında kardeşime 18. yaş günü için efsane bir hediye hazırlamakla meşgulken izledim. Öncesinde yıllar boyunca bana anlatıldı bu ailem tarafından fakat tabii ki abarttıklarını düşünüyordum. Abartmıyorlarmış. O günden bu güne, beni tanıyan, seven, olduğum gibi kabul edebilen değerli kimselere videoyu izletip, beni daha iyi tanıyın, neden böyleyim, ne zamandan beri böyleyim görün dedim. Yani, bu yukarıda anlatmaya çalıştığım video size izletildiyse, bilin ki benim için önemlisiniz. 


Peki, bu videoyu izleyen onlarca kişinin arasından biri, yalnızca biri, bir gün beni çağırdı, elinde onlarca balonla. Bir de kalem, balonların üzerine yazı yazabilecek cinsten bir kalem. Bana dedi ki; çocukken istemeden kaçırmışsın elinden o balonu. Şimdi, isteyerek bırakacaksın. Bırakmak istediğin şeyleri yazacaksın üstüne. Her şey olabilir, neleri bırakmak istediğini düşünmeye başla. Romantik mi derdiniz? Bilmiyorum, kategorize edemeyeceğim kadar kendine has, emsali ne uzak ne yakın geçmişte olmayan, özel bir hareketti, ben romantik diyemedim, romantik bir an da değildi zaten hani sizi çok iyi tanıyan birinin yanında hissedeceğiniz rahatlık ile kendiniz olabilme özgürlüğünde, duygulandığınızı rahat rahat ifade edebilirsiniz ya, daha çok öyle bir andı.

Yazdım, yazdım, yazdım sonra bıraktım ellerimden, yükselmelerini izledim önce, bilinçle vazgeçtiklerimin. Ama hayat bana ne zaman kusursuz olmuştu ki? Hain rüzgar, balonları bir ağaca taktı.. Neredeyse kurtulamıyordum bu kez kurtulmak için can attıklarımdan. Ama 2,5 yaşımda neysem şu yaşımda da o olduğumu kanıtlarcasına inat ettim, o balonlar özgürlüklerine kavuşacaktı! Kavuştular. İçimi huzur doldurduğundan pek habersiz yanımda mutlu mutlu yürüdü sonra. Bana bıraktığı ise, ucuz bir şarap şişesinden dökülen damlaların şaşırtıcı bir şekilde muhteşem lezzetli olması gibi bir mutluluktu. Beklenmedik bir mutluluk, belki de beklenmediği için mutluluk. Şaşırtmayı hep severdi çünkü o, çocukken de böyleydi. Karşına nerede çıkacağını bilemezdin, ama hep çıksın isterdin. 

22 Aralık 2017 Cuma

come back

bu bir geri dönüş ilanıdır.
son zamanlarda olan her şey, rastgele dinlediğim şarkıdan, astral seyahatimde ulaştığım yere;
gördüğüm rüyadan, seneler öncesinden kalmış bir anı defterinin sayfalarına kadar, her şey ama her şey, bağıra çağıra YAZ diyor.
ilk emir bu bana; yaz.
yazıyorum bundan sonra. ne yazdığımı bilmeden.
gün gelir, o seyahat bloggerlarından çok daha ağır seyahat içeriği yazarım, gün gelir ergenlikteki dramalar çıkar su yüzüne. tek bir şey var ki, burası boş kalmamalı.
sanki burası boş kaldıkça içim de boş kalmış. halbuki buradan uzak geçen yıllarda neler oldu neler..

en iyi arkadaşım hep "previously on des.." diyerek başlar hikayelerime, aksiyonlu hayatımın görüşmediğimiz günlerinde neler yaşandığını anlatayım diye. ben de öyle başlayacağım. bugün, bu akşam değil. niyet koymak önemli dediler, şu konularda kesinlikle yazmaya niyet koyayım da, sonra üstlerini çizerim:

izlanda seyahatim
uçma takıntım üzerine kalkıştıklarım
kaybettiğim bebeklik arkadaşım
londra'dan kabak'a geldiğim bir gün içinde başıma gelenler
kurumsal hayata olan isyanım
2018 hedeflerim
kimi sevsem gidişi


yakında görüşeceğiz.

8 Nisan 2016 Cuma

zorlu mücadele sonunda

Bloguma erişemiyordum.
Çünkü blogun ait olduğu maile erişemiyordum.
Şeytan dürttü, bugün yine bir kastım.
Buyrun başardım.

2 yıldan fazla oldu, bir başlarsam susmam. Şuan çalışmam gerekiyor, ama en kısa zamanda dönüyorum bu kesin.

Çünkü öyle böyle özlememişim burayı :)

2 Eylül 2013 Pazartesi

farketmeden

uzun zaman olmuş değil mi? en son çürük elmalarımdan bahsediyormuşum aylar önce. ne saçma.
kendinizden sıkılmıyor musunuz bazen siz de? hani ne diyorum ben, kapasam ya şu çenemi gibi..

bu gece kendime eziyet günüm. sek viski içmiyordum hayatıma red bull girdiğinden beri. bu gece sek viski içip, viskiden daha sert fikret kızılok şarkılarını uygun gördüm kendime. bir iki sene öncesine selam gönderirken biraz acı çekmeyi hak ettim bu gece.

her zamanki gibi deniz'i özledim. charlie'nin melekleri vardı, onun en sevdiği "tam gaz". lucy'sine bayılırdı. his lucy. andım, "rahmet" diledim, anlamını bile bilmiyorum. sonra da kendime güldüm ne rahmeti, konuş onunla dedim biraz konuştum. o gittiğinden beri izliyor ise beni, hep diyorum, katıla katıla gülüyordur.

konu deniz değildi bu akşam. yine de ne zaman mutsuz olsam sanki onu katlamak zorundaymışım gibi beni mutsuz eden her şeyi önüme koyarım. deniz'in yokluğu onlardan biri.

kaan'ı özledim. hatta kaanları. herkesin gülüp dalga geçtiği bir şey belki ama, kalbini delik deşik etmiş olaylarla dalga geçmemeliler bence. düşünsenize, birini geride bırakırken aslında kaç kişi bırakmış oluyorsunuz? yıllar önce en iyi arkadaşımdan vazgeçmiştim.

bugün, vazgeçmiyorum da, en iyi arkadaşım beni umutsuz birine dönüştürüyor. ben ve umutsuzluk? komik, çünkü kendimde bulacağım en son özellik derdim herhalde. hayalperesttim baya, özgür ruhlu falan. kendimi kandırdığım milyon noktadan yalnızca biri.dövmemi biliyor musunuz? dövmemi sevmiyorum bir kaç gündür. ilk dövmemi yani, hani asıl aşık olduğum dövmem. sahte geliyor bana biraz. aslında ne kadar da beni anlatıyordu. eskiden.

"rüya bütün çektiğimiz" şimdi iki parça can'ı dinliyorum, neden, çünkü ayvalık'ta biz onu dinlerdik. çünkü hayatımın en mutlu anıydı. "bilmezler nasıl aradık birbirimizi" mi daha iyi şuan, yoksa "iki yitik hasret" mi? yemin ederim sarhoş değilim.

alkolden değil, kafam bu şekilde. gidiyor geliyor, birilerine dalıyor, bir yerlerde buluyorum kendimi. bir anda amsterdam'da bir evlenme teklifi ediyorum, bir anda ortaokulda sınıf arkadaşımı tokatlıyorum. amcamın cenazesindeyim, sonra yedinci doğum günümde. bir ara balıkesirde düğünde gibiydim, şimdi uludağda titreyerek ağlayarak otelden kaçıyorum.

yaşanmışlık ne kadar çoksa, kendinden o kadar uzaklaşıyorsun. birinde ne kadar kaybolduysan, bir daha sen i bulman o kadar imkansız. ben en son ne zaman kendimdeydim, ne zaman onun içinde kayboldum, bilmiyorum. bildiğim, dengem bozuluyor o uzaktayken. ve o çok uzun zamandır çok uzakta. ondan başka kimsem yok konu "o" ise. annem bile yok. anneme sarılıp ağlamak istediğim anlarda balkona çıkıp kendimi sakinleştirmek zorundayım. çünkü annem ondan bahsedemiyor bile.

neyse ki bellek yeni iyi arkadaşım. dönüp dönüp eskiyle konuşuyorum. artık aramızda olmayanların hayalleriyle konuşuyorum, şimdi yanımda olmayanın hayaliyle.

umarım bu yazdıklarımı kimse okumaz, yarın sabahki destine dışında.

28 Mart 2013 Perşembe

bir sepet elma

geçen gün düşünürken bu metafor geldi aklıma, "bir sepet elma". ne için? yolumuza devam ederken yanımızda taşıdıklarımız için..

ailenden herkes birer kırmızı elma. arkadaşların da öyle. sepetinin içinde tutuyorsun onları, hepsi senin için çok değerli çünkü gitmen gereken uzun bir yol var ve biliyorsun, o yolda yalnız olmamalısın, aç kalmamalısın. hepsine tek tek ihtiyacın olacak. 

ne kadar ağır olduğu önemli değil sepetinin. yük gibi görmüyorsun onları. omuzların ağrısa da kolların kopsa da taşırsın sonuna kadar, sonsuza kadar çünkü onlar senin için değerli, çünkü sen onlara muhtaçsın.

ağır diye bir elmayı çıkarıp yolun kenarına atmazsın. asla da atmazsın. durur dinlenirsin, gerekirse yolundan saparsın geç kalırsın ama vazgeçmezsin. ne zaman bir elmayı yolun kenarında bırakırsın peki?

"ben bu soruya şöyle bir cevap getirdim. çürüdükleri ve diğer elmaları da çürüme tehlikesine soktukları zaman."

ne demek bu? neden çürüsün ki durup dururken o değerli elmalar? bilmem.. belki bir kurt vardır o elmayı içten içe kemiren, dıştan hiç görmemişsindir sepetine alırken. belki elma zamanla kurduna yenilmiştir ve çürümüştür.. bilemem.. belki o çürüyenden bile vazgeçemezsin de, elinde tutarsın, cebine atarsın.. 

peki çürük elma sana zarar vermekten vaz geçer mi? yapar mı bunu? kurdunu kabuğunun dışına kovabilir mi? sanırım en çok burada kalbimi kırdı metaforum. çünkü çürüyen bir elma bir daha sağlıklı bir elma olamaz. sağlıklı elmaları da tehdit eder. taşıyana da tehlike yaratır.

yolun kenarında bırakmalı o elmayı, işte tam o zaman. sırtın ağrıdığında değil. yorulduğunda hiç değil.. o çürüdüğünde. için rahat olmalı o zaman, sen sonuna kadar taşıdın diye..

isteriz ki sepetimiz gittikçe ağırlaşsın. dostlar aile olsun, arkadaşlar dost. herkes temiz olsun, kan kırmızı olsun, taptaze, ilk günkü gibi dursun. 

ama zaten hayatta ne tam olarak istediğimiz gibi gidiyor ki?..

7 Mart 2013 Perşembe

prenses ve kötü kraliçe

Çok emin değilim, ilk 10 sene çok net olmadığından tabii, ama hayatım boyunca bazı şeylere hiç prim vermediğime inanıyorum. Kötü niyet gibi. Kötü niyetlilerden olduğum bir tek gün yok mesela, hep ya iyi düşündüm, ya hiç düşünmemeye çalıştım. Bu konularda bir kızdan çok erkeğe benzerim mesela, birine imada bulunmam çoğu zaman. O kadar açık söylerim ki karşımdaki açıklığıma şaşırır. O yüzden arkadan iş çevirmek, birilerini çekiştirmek, başkalarını doldurmak, "saman altından su yürütmek" kısaca, hiç bana göre olmayan şeyler. Çoğu kıza yakışır ya, "sahte" sevgiler, sahte arkadaşlıklar, ne istediğini söyleyemeyen, ancak iş çevirerek elde eden insanlar, bana hiç uymazkar, hiç hiç bana göre değiller.

Bu sebepten bazen çok yalnız hissettiğim doğru. Kendimi birilerine kanıtlama güdüm doğuştan noksan olduğu için, "kim ne düşünürse düşünsün, ben kendimi bildikten sonra önemli değil" kafasındayım hep. Bu insana huzur verir mesela. Bir düşünün, kıskanç, fesat insanlar huzurlu olamaz. Hep kuran, hep karşısındakinin hareketlerinin altında başka şeyler, fazla şeyler arayan insanlar huzurlu yaşayamaz, huzurlu uyuyamaz. Ben hep rahat uyurum, kafamda o tilkiler hiç gezinmedi benim. Ha, sinsi değilim diye saf olduğumu da söylemiyorum tabii ki. Hiç saf değilim hem de, çok zordur beni kandırmak. Kanmış gibi yaparım, muhatap olmadığım için. Ciddiye almadığım için, önemsemediğim için. Karşımda önemsediğim biri varsa ancak onun için uğraşırım, değdiğine inanıyorsam. Çoğu zaman yanıldım ama, denedim en azından bunu.

Anlayamadığım, büyük bir özgürlükle kutsanmışken insanların neden bundan faydalanmadıkları.. Birini sevmeme özgürlüğüne sahibiz hepimiz. Düşünsenize, kimse HİÇ BİRİNİ sevmek zorunda değil. Zorunda değiliz! Sevmeyebiliriz.. Peki, ne sebep oluyor özgürlüğünüzü unutmanıza? Ne sebep oluyor sevmediğiniz insanlara sahte gülücükler dağıtmanıza, sahte sevgi sözcükleri kurmanıza? Benliğiniz hiç dürtmüyor mu sizi, "özgürsün sen, istediğin gibi davranabilirsin!" demiyor mu vicdanınız sizin? Yoksa sizde doğuştan noksan olan erdemler benlik sahibi olmak, vicdan sahibi olmak gibi hayati şeyler mi?

Saf değilim dedim ama, bir konuda çok safım. Bir gün mutlaka fesatlığın kaybedeceğine, iyiliğin, iyi niyetin, açıklığın, dobralığın kazanacağına çok içten inanıyorum. Hala, saf gibi inanıyorum. Beni bu inancımdan uzaklaştırmaya çalışan herkese, her şeye rağmen inanmaya hep devam ediyorum. Kötü kraliçe hep kötü hamleler yapıyor, ben pamuk prenses gibi, iyiliğe tutunuyorum. İçimdeki en büyük korku belki, bir gün o acıdığım, iğrendiğim insanların kapıldığı duygulara kapılmak. Onlara benzemekten ödüm kopuyor.. Bugüne kadar benzemedim, benzemediğim için de kabul edemediler bir türlü, kendileri gibi kötü olanları kabul edebilir ancak kötü olanlar. Ama hala, yakışıklı prensiyle sonsuza kadar mutlu yaşayan pamuk prenses masalı var benim hafızamda. Hiç birine istediğini verip kötü olmaya niyetim yok asla..