20 Şubat 2011 Pazar

taşınmak

Bir süredir gündemimizde, taşınmak.

Ev taşımak fikri ürkütücü. Ne olursa olsun, iş. Zorlu bir iş. Hele ki taşıyacağınız, ev eşyalarından fazlasıysa. Yükümüz çok ağır bizim, 13 yılın yükü mesela. Benim tüm ilkgençliğim, ilk aşkım, ilk acılaım mesela. Kardeşimin tüm çocukluğu mesela. Büyük dostluklar, paylaşılan binlerce an mesela. Kalbimiz mesela. Evet, düşündükçe emin oluyorum, bu evde benim, bizim, hepimizin kalbi atıyor. Sanki doğal ortamından kopartılmaması gereken bitkiler gibi, başka bir habitatta barınamazmış gibi.

Son zamanlarda sürekli bunu düşünüyorum. Ne kadar da bağlıyım mahalleme. "mahallem"
,Forsa Sokak'tan ibaret olmayan, ev çevrem. Balözü mesela. Balözü'ne yürüme mesafesinde yaşamazsam, ölebilirim gibi. Şanlıer mesela. Şanlıer'de Hilal oturur. Liseye yeni geçtiğim zamanlar, o sokaktan çıkmazdım. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi o günlerde Hilal'le. Arka sokak, benim için arka sokaktan fazladır yani. Şanlıer'den Balözü'ne bir daracık sokak vardır, sanki kimse bilmez orayı, sanki ben keşfettim ve bana özel gibi. Kaan'la sürüyle an paylaşmışımdır o üçgende. Ayrılıklar, kavuşmalar, kavgalar ve sarılmalara en çok şahit olan üçgendir orası. Ordan uzak olmak, düşünmesi bile yaralayan bir başka şey sadece.

Avşar. Naz'la ilkokul 1'den beri biriktirdiğim anlar sayesinde özeldir orası. Naz'ın hala orada oturması, bir telefonla Şule'de buluşmamız. Şule. Şule Pastanesi de ayrı bir olay. Anafen'deyken, 12 yaşında falandım herhalde, dönüşlerimde profiterol yemek için her gün uğrardım. Mehmet'le orada buluşur, dertleşirdim. Gece geç gelirsem eve, babam beni Şule'de beklerdi.Gökhan beni oradan alırdı. Gökhan.. İlk aşkım. yan apartmanda oturan, mahallemizin en tatlı çocuğu. Çocukluğumda kahramanımdı. Düşünüyorum da, hala benim kahramanım o. Saflığın, masumiyetin simgesi benim için. En saf duyguların bembeyaz kağıtlara dökülüp utangaç bakışlarla ellere tutuşturulduğu yıllardı onlar, arka bahçede mahçup gözgöze durup, bir öpücükle, birleşip ayrılamayan ellerle hatırlanan yıllar. Balözü'ne beni aşık eden Gökhan'dır. Bu mahallenin anlamlarından da biridir, en özellerinden.

Odamın camından sokağımı izlediğim sayısız anlar. Sokağın sonunda, köşebaşında belirdiğinde mutlu olduğum insanlar. İstanbul'a her dönüşümde beni kucaklayışına taptığım, sıcaklığı ve sevecenliğiyle beni yıllardır sarıp sarmalayan sokağım. Ta Bodrum'da adını söylediğimde komşu çıktığımız Burak.. İzmir'de yaşadığı halde dayısının bizim sokağın başındaki kahvenin sahibi olduğu ortaya çıktığı an yaşadığım "dünya küçük, ama iyi ki de küçük" hissi. Burak.. Varlığıyla beni mutlu eden bir başka çocukluğum. Sokağımı bana sevdiren bir başka faktör. O kahve 2006 yılından beri bir başka görünüyor gözüme, Burak'ı görüyorum çünkü orada.

Ve yenilik korkusu. Ne ilginçtir, yeniliğe tapan bir insan olmama rağmen, çılgınlar gibi de korkuyorum değişim kavramından. Yeni bir ev, yeni bir oda fikri beni heyeanlandırırken, yeni bir ev yeni bir odada yaşadığımı hayal ettiğimde korkuyla gözlerimi açıp, odama bakıyorum sevgiyle. Yıllardır asılı posterlerime, dört bir yanı saran fotoğraflara, emektar bilgisayarıma, raflarıma, çocukluğumdan beri benimle olan mobilyalarıma bakıyorum, içim ısınıyor. Yaşamımı değiştirmek istemiyorum aslında. Yaşam alanımı seviyorum çünkü, çok seviyorum. Dilara ve Büşra'nın iki üst katımda oturmasını seviyorum, canım sıkıldığında terliklerimi geçirip yukarı çıkmayı seviyorum. Çok yakına bile taşınsak, herşeyin değişeceğini biliyorum çünkü. Ecem mesela, 2. kattan sadece 2 sokak öteye taşındı, ama hayatımızdan çıktı bir anda. Oysa ki, biz onunla da çok yakındık. Yakına taşınmıştı, bir şey değişmeyecekti ki! Ama değişti, koptuk biz. Hem de hiç istemedik. Ecem'i de Dilaram ve Büşram kadar çok severdim, ama gitti o. O yüzden korkuyorum belki de, eskisi gibi olamayacağını bildiğimden.

Hayır, eski apartmanımızı çok seviyorum. Arka bahçemizi çok seviyorum. Komşularımı çok seviyorum. Kapıcımızı çok seviyorum. Onlardan biri bile olmasa, burayı sevdiğim gibi sevemem hiç bir yeri, biliyorum. Bir komşumuz vefat ettiğinde, ne kadar üzüldüğümü hatırlıyorum. Erdoğan Amcam'a "bir şey" olduğunda, ne olduğunu bile bilmeden nasıl kahrolduğumuzu hatırlıyorum çocuk kalbimizle. -35 derece'yi, sırdaşlarım'ı, yazıhane'yi, çay yapmak'ı, ilk hüzünler'i, hatırlıyorum. Unutamam ki, onlar beni ben yaptılar. Bugünkü beni oluşturan şey, anılarımsa, benim tüm anılarım bu 120 metrekare ve çevresinde. Kalbim, yumruk kadar kalbim, tüm bu çevreyi kaplıyor aslında. Bir gün gelip, buradan belki de sonsuza kadar ayrılacağımı bilsem de, bir yanım buraya çivilenmek istiyor, nefes alabildiğim yere.

Sanırım, taşınmak istemiyorum. Sanırım, buraya olan sevgim, bağlılığım, yeniliğe olan açlığıma üstün geliyor. Sanırım Dilara, Büşra, Gökhan, Nurgen ve Nilüfer Teyze, Hasan ve Erdoğan Amca, İmam abi, Balözü, Şanlıer, Forsa, Doktorlar, herşey. Sanırım ben herşeyimi birden kaybetmek istemiyorum.

Ama biliyorum, biz gittiğimiz her yere yeni bir dünya da taşırız. Hani taşınırsak, dünyanın sonu değil, yenilik iyi. Biliyorum. Eğer ki "destine" gerçekse, eğer ki biz kaderimizi kendimiz çizeceksek, en güzelini çizeceğimizi biliyorum. Annem en mutlu olacağı yerde olmayı hakediyor, babam da. Kardeşim de benim kurduğum arkadaşlıkları hakediyor, zira burada onun yaş grubu sadece ps oynuyor, bizimki gibi "sokak çocukluğu" yaşayamadı o, belki gençliğinde yaşar. Bi-li-yo-rum. Her ne olursa olsun, güzel olacak. Biliyorum. Ve buradan ayrılırsam, ölene kadar burayı terketmeyeceğim asla, bunu da biliyorum. Kalbimin bir parçasını burada bırakacağım ve onu ihmal etmeden, tüm anılarımı sakladığım kutuya sürekli bir vitamin atacağım. Unutulmayacak kadar kıymetli anlarımı bana ancak alzaymır unutturabilecek, biliyorum.


10 Şubat 2011 Perşembe

sadece düşünüyorum

çoğu zaman düşüncelerime ayak uyduramayan ellerim var. yazmaya başlarken hedeflediğimden o kadar uzak oluyor ki cümlelerim, okurken ben bile şaşırıyorum. hatta yazarken daha, başlıyorum şaşırmaya. ama bazen birşeyler oluyor ve içimde susmayanlar, hükmediyorlar birden ellerime, o ellerin sahibi ben olmuyorum yazı bitimine kadar.
sanırım öyle anlardan biri, ama eller kendini açıklama ihtiyacı hissediyor niyeyse, sanki ayıpmış, günahmış gibi, düşüncelerinden utanırmış gibi. ama aslında utanmamak gerek, düşüncelere sebep olan hislerdir. hislere sebep olan bir çok etken olmakla beraber, çoğu zaman hep dış etkenlerdir bunlar.
biri sizi üzer mesela. ve o sizin çok sevdiğiniz biridir. üzer, görmezsiniz. üzer, görmezden gelirsiniz. üzer, boşverirsiniz. o kadar seviyorsunuzdur çünkü.
ama bir gün, bir bakarsınız ki, öyle bir kırmıştır ki aslında içinizi, daha fazla görmezden gelemeyeceksinizdir. kendinize sorduğunuzda, sebebini bile bilmezsiniz kırgınlığınızın, mutsuz hissedersiniz sadece onu düşününce. "eskisi gibi" kalıbını daha çok kullanır olursunuz kendi kendinize. "eskisi gibi değil" en genel olanıdır. eskisi gibi olmayansa, hemen hemen herşey olur gözünüzde.

benim bildiğim birşey varsa artık, empati kötüdür. bugüne kadar hep iyi öğretildi bize bu tabir. "empati kur kızım" "empati yap, kendini benim yerime koy" bla bla şeklinde uzayan o cümlelerin alt metni hep, empati iyidir, empati güzeldir, empati doğru sonuçlara ulaşmayı sağlar ifadeleriyle doludur. ama değilmiş. gerçekten empati kurdukça anlıyorum ki, empati iyi değil. eğer siz hassas bir insansanız, ve hatta hassasslığınızı insanlara göstermekten bile kaçınacak kadar hassassanız, empati kurmak sizi sadece yıpratır. "ben olsaydım"la başlayan, her kelimesi acı veren cümleler kurarsınız. ve bu iyi değildir. empati kurdukça kalbim kırılıyor. kalbim kırıldıkça anlıyorum.

empati kötü.

ellerimin kontrolünü de ele geçirdim şuan, artık düşündükçe yazasım bile gelmiyor içimdekileri, çoğu zaman. çoğu zamanı her zamana dönüştürmeyeceğim bir ruh hali istiyorum sadece, o kadar.