30 Kasım 2009 Pazartesi

bitiş

bitmek? nerede karşıma çıksa suratımı ekşitmeme sebep olduğuna pek de dikkat etmemiştim. sanırım bu konuda herkesten biraz fazla takıntılıyım. tamam kim bişeyler bitsin ister ki manyak değilse düzeni değişsin sevdiği şeylerden yerlerden kişilerden ayrılmak, onlarla ilişkilerinde bitişi yaşamak falan kimin hoşuna gider ama ben işler buraya gelince biraz fazla çıldırmaya başladım. yani gerçi çok da yeni değil çocukken tatil bitişlerinden okul bitişlerinden yaz bitişlerinden haftasonu bitişlerinden anneannemde sürdüğüm sefanın bitişinden en sevdiğim çizgi filmin bitişinden, tom ve jerry arasındaki kovalamacanın bitişinden falan hep ekstra nefret ederdim sanki sabaha kadar kovalasalar birbirlerini oturup izlicem falan o kadar hastaymışım aslında. ama napiym mesela kal bitti ben buna katlanamıyorum çamlığın fotoğrafına bakıyordum biraz önce ve sanki 3-5 günlük tatildeyim, bittiğinde yine sabahın köründe kalkıp 879898 kat giyinip kadıköye gidicem, boğa da sereni serhatı özgeyi ya beklicem ya bekleticem ve sonra ekip tamamlanıcak hep beraber mehter takımı gibi bahariyeden yukarı yüricez yolda eyfele ya da inciye uğrayıp tıkınıcaz sonra seren ugglarını pantolon paçasından içine sokmaya çalışırken ben gülme krizi geçiricem sakızdaki amcaya el sallicaz ve kapı kapanmadan okula girmeye çabalicaz. sanki o kapıdan girdiğimizde yine herşey eskisi gibi olucak. tamam belki bir daha asla mkc olmayacak orda, katil emekli olmuş, nermin bile gitmiş olucak ama biz sanki özler mezun olmamış gibi sanki her sene artan nüfusuyla dünyanın en kalabalık ülkelerine benzeyen saçma sapan ırkların kol gezdiği bir mekanda hababam okulu yaşatmaya çalışıyo falan olucaz. aslında sadece canlandırdığım bunlar da değil. hazırlıkta aç gibi etrafımızı keserken keşfettiğimiz sözde yakışıklılarımız, birilerine benzetip dedikodusunu yaptığımız up-larımız, stüdyolarda sigara içen son sınıflar ve aralarından birilerine mutlaka aşık olan hazırlık kızları, erik erik erik. erik tabii ki mert. hazırlıkta gönlümü almak için aborjinde erikle önümde belirmişti, affetmiştim keretayı hemen. sezonun ilk eriğiydi çünkü. sonra her sene bana sezonun ilk eriklerini yedirmeye devam etti sıpa. mesela erik sezonunun bitişinden de nefret ederim. erikler yumuşamaya, renkleri dönmeye başladı mı benim sinirlerim bozulur. hele offf şöyle ekşi bi erik olucak sulu sulu yicem falan diye içimden geçirirken annem kızım artık yeşil erik yok sezonu bitti dediği zaman kendimi bi yerlerden falan atmak istiyorum. ama mevsimler tatiller sezonlar okullar falan hepsi kötü de, en kötüsü ilişkilerimin bitişleri. düşünüyorum o çook sevdiğim insanların hepsi hala hayatımda olsaydı diye. bitişlerinden nefret ettiğim o kadar çok arkadaşlığım ya da ilişkim oldu ki bazılarını hatırlamak bile istemiyorum. ama çok garip, keşke bitmeseydi dediğim de yok aralarında. her bitişin beni bir yol ayrımına getirdiğini ve beni bir karar vermek zorunda bıraktığını düşünürsek, şuanki durumuma bakıp hepsi için iyi ki bitmiş diyebilirim. çünkü o bitişlerden sonra çizilen yol, atlaya atlaya sağa sola sapa sapa vardığım noktadan mutluyum en azından. ama bu yine de bitişlerimden nefret etmememi sağlayamıyor. her bitiş anında o kadar nefret ediyorum ki o durumdan, bir daha yaşamamak için herşeyi yapabileceğimi düşünüyorum ama hep aynı şey oluyor ben hep aynı siniri yaşamak zorunda kalıyorum. yeniliğe açık değilim kardeşim zorla mı. illa ne gelirse buyursun başım üstüne olmak zorunda mıyım değiliiiiiim. istemiyorum ya gerekirse 9857938579 yıl aynı sevgiliyle aynı dostlarla aynı çevreyle kalayım ama zırt pırt düzenimi bozucak bitişlere kalkışmayayım. belki şimdiki halimden memnun olduğum için bitiş nefretimi bahane olarak kullanıyor ve dua eden bir insan olmadığım için bu arzumu bu şekilde dile getiriyor da olabilirim tabii, ama öyleyse ne olmuş yani? birazcık huzurlu devamlılık sadece istediğim. bitiş değil, devamlılık.

26 Kasım 2009 Perşembe

martılar

23 haziran 2009. çırağan sarayındayız koskoca bir dönem. ilk anların heyecanını dışarıda muhteşem manzarayla geçiştiriyoruz, son'umuzun hüznü bir kenara, tadını çıkarmaya çalışıyoruz. elimizdeki içkiler sakinleştirmeye yetmiyor bizi, birbirimize tutunuyoruz düşmekten korkarcasına. her gelene çığlık çığlığa tezahürat ediyoruz yıllarca okul forması ve sade tarzıyla görmeye alıştığımız dönem arkadaşlarımız kuğular gibi, prensler gibi dolaşıyorlar etrafta. herkes güzel, herkes yakışıklı. hepimiz fotoğraflar çekiyoruz, hatırlamak istiyoruz çünkü her saniyesini. sonra salona geçiyoruz. her kim düşündüyse daha biz yerlerimize oturur oturmaz altan çetin ve enbe orkestrasından 'martılar' çalmaya başlıyor. muhtemelen çoğu insan o şarkıyı bilmiyor ya da orada çaldığının bile farkında değil. kendimi şanslı hissediyorum bu güzel ayrıntıyı yakalayabildiğim için, yakınımdakilerle paylaşıyorum heyecanımı bastıramadan. 'üzerimden güldü geçti martılar' diyor şarkıda. kal tarihinden gelip geçen ama aslında yuvaları orada kalan martılarız biz de. gülümsüyoruz birbirimize bakıp. ne kadar büyüdüğümüzü düşünüyoruz, ne kadar büyümüş diye düşünürken göz göze geldiğimizin. ben lise hayatımla aynı masadayım. kavalyem mert, hazırlıktan beri kardeşim. yanımda seren oturuyor okulun ilk günü tanıştığım 5 yıllık yol arkadaşım. karşımda gül'ümle göz gözeyim. o da hazırlıktan beri elimi tutan bir başka dost. ve özge var onun yanında. kal a girmeden tanıdığım ama kal boyunca da yanımdan eksik etmediğim portatif ruh ikizim. hemen yanında ebrum, meleğim. bir de uğur var tabi kal daki ilk sıra arkadaşım çılgın. hepsine gülümseyerek bakıyorum içim acıyor aslında çünkü biliyorum ne kadar istesem de bir daha asla hepsini bir arada, böyle masalsı bir ortamda göremeyeceğim. her anı hafızama kazımak istiyorum. dansa başlıyoruz. tabii ki mertim en başta. arastan emin'e, buğra'dan ihsan'a tüm yakışıklılarımı kapıyorum bir bir. gülümsüyoruz objektiflere, herkes masal kahramanı gibi görünüyor gözüme. o gecenin büyüsünü bozabilecek hiç bir güç yok. kafamız bomboş, ne bir problem ne bir endişe. sadece hüzün bizi buran, ayrılıyoruz çünkü bugünden sonra. çılgınlar gibi de dansediyoruz. slowlar bayıyor, tepiniyoruz topuklularımıza rağmen. sarhoş da oluyoruz. zamanı durdurmak istiyoruz orada, biliyorum, çok iyi hatırlıyorum herkesin gözlerinde aynı istek yanıyordu. olmuyor tabii durduramıyoruz zamanı, su gibi geçiyor saatler ve sona yaklaşıyoruz. martılar yavaş yavaş dağılıyor, eğlence kısmını çok da fazla önemsemiyor kimse, herkesin aklı çamlıkta. birkaç saat sonra yuvamızda buluşuyoruz tekrar. geceyarısının kör karanlığı yavaş yavaş aydınlanırken, önce o koyu maviyi sonra yavaş yavaş güneş ışıklarını görüyoruz moda sahilinde denizin üstünde. eleleyiz hepimiz. bizden önce bu tecrübeyi yaşamışlar da var aramızda onlar da bizim kadar hüzünlü. güneş doğsun istemiyoruz hiçbirimiz. çamlıkta geçirdiğimiz saatler bize bir kez daha hatırlatıyor okuldaki ilk yıllarımızı, tüm anılarımızı. sessizlik var çamlıkta hepimiz anılarımıza gömülmüş, arkadaşlarımızın omuzlarına yaslamışız başlarımızı. ama aydınlanıyor etraf. artık sadece gözlerimizde değil her tarafımızda hissedilir bir hüzün var. ağlamamaya çalışıyoruz ama bizi birleştiren, bir arada tutan bu büyülü yeri terketme fikri bile korkunç her yönüyle. istemeye istemeye, içimizden çığlıklar atıp kendimizi oraya zincirlemek gelirken ayaklarımız geri geri giderek alıyoruz güzel polenli yolu. mis gibi kokuyor okulumuz, kaybettiğimiz güzelliklerini gözümüze sokmak istiyor sanki . dönüp son kez bakıyorum çamlığa, hafızama kaydediyorum sabah güneşindeki güzelliğini. elini tutuyorum yakınlarımın ve kapıya varıyorum. atom karşılıyor bizi, hah siz de mi diyor, yıllar önce yaptığı şeyi bizim yaptığımızı görünce o da bir gülümsüyor, yoluna gidiyor sonra. biz de unutulmaz gecemizi ve sabahımızı, kalbimizin ve ruhumuzun bir bölümünü oraya bırakıp gidiyoruz. mezun martılar olarak dönmek üzere..

20 Kasım 2009 Cuma

fal

başlangıçtan bahsettiğim an nedense aklıma o fal geldi. hazır bilgisayar açık kalmayı başarabiliyorken bunu da yazıp kapatmaya karar verdim.
o fal. baktırırken zerre ciddiye almadığım -ki falları kim ciddiye alsın- aklıma takmadığım, doğru düzgün dinlemediğim o fal. aylar önceydi. öss yeni bitmiş, sevgili arkadaşım melisin galatasaray lisesinden mezun oluşunu izlemek için sabahın köründe kalkıp kendimi beyoğluna atmıştım. uykusuz ve gergindim ayrıca liseden mezun olmayı hala hazmedemediğim için benimle aynı sene mezun olan arkadaşımın mezuniyeti de beni çıldırtıyordu. baya çekilmez bir günümdeydim tartışmasız. bütün günümü melise ayıracağımı söylediğimde kaan da bana kızmıştı ve günüm gittikçe çekilmez hale geliyordu benim için. sonra melisle istiklal caddesinde mükemmel vakit geçirmeye başladım, herşeyi unutmuştum. olumsuz hiç bir şey yoktu sanki hayatımda. monami de oturmaya başladığımızda daha güneş tepedeydi, orada kaç saat kaldık bilmiyorum ama fal olayı orada oldu. sürekli tıkınıyor birşeyler içiyorduk fotoğraf çekip yukarıdan galatasarayın muhteşem görüntüsüne bakıyorduk saatlerimiz bu şekilde boş boş geçerken melisin tanıdığı bir kadının 'of adam süper fal bakıyor' tarzından bir laf etmesi üzerine türk kahvelerimizi söyledik ve adama sırada olduğumuzu bildirdik. adam yanımıza geldiğinde gözüne beni kestirmişti sanırım, önce benim icabıma bakacaktı. yanımıza davet ettik ama adam beni bir başka masaya yönlendirdi. hayır. melisi yanımda istiyordum çünkü adamın anlatacağı saçma sapan her hikayeyi aklımda tutup bir de melise tekrar etmek zorunda kalmak istemiyordum ama adamımız kararlıydı. melisi kapalı fincanıyla bırakıp adamın peşinden masamıza doğru gittim. saçmalıklar başlamıştı. klasik evler kısmetler yurt dışları iyi eğitimler bla bla bla kjkdoşejşod lar arasında ben çoktan ilgimi yitirmiştim sadece kafa sallıyordum. adam çok tuhaf doğru saptamalarda da bulunmuştu, arada beni yakalıyordu ama ben inanmamakta ısrarlıydım. bana cansu dedi sonra. falımda çok net cansu adını gördüğünü söyledi, tabii görmeme izin vermemişti. salladığını düşündüm çünkü hayatımda yeri olan bir cansum yoktu. tamam, tanıdığım 5-6 cansu olmuştu o güne kadar, ama sevgili falcım bana bu cansuyla çok yakın bir ilişki içinde olacağımı söylemişti, cansunun bana bir iyiliği dokunacaktı, benim için güzel şeyler yapacaktı derken yine ilgimi yitirdim çünkü böyle bir cansum yoooktuuuu. sıkılmıştım. adamın biri bir tarafa diğeri öteki tarafa bakan gözlerine bakmaktan çekiniyordum, yarısı normal yarısı eksik parmaklarına da bakamıyordum ama arada çok ilginç noktalara parmak basmaya devam ettikçe adama saygı duymaya da başlamıştım. o günden sonra anında falı unuttum tabii. saçmalıktı çünkü.
taaa kiiii. demek istiyorum çünkü evet, aylar sonra bu fal aklıma geldiğinde tüylerim diken diken olmuştu, bağırmıştım. bu arada geçen süre zarfında cansumu bulmuştum çünkü. bu sandığım gibi şirin bir kız, ya da bir kız değildi işin tuhafı. cansu adında bir erkek? can? su? cansu? bunları hiç düşünmemiştim ki. ön adının cansu olduğunu söylediğinde garipsememiştim bile. hmm ilginç falan demiştim tabii de, farketmezdi ki. onun adı çok güzeldi, kendi de. cansumu bulduğumda yine aklıma bu fal gelmemişti ne garip. hem nerde yakın ilişki nerde iyilik falan di mi hatırlamam oldukça güçtü. ama sonra o benim en yakınıma geldi, beklemediğim kadar iyi oldu bana. unuttuğum şeyleri hatırlamama yardım etti, içimdeki kötülükleri atıp onları iyilikle değiştirmeme yardım etti, elimi tuttu falan. hala aklımda fal falan yok. bir gün içtiğim kahveyi sırf özge yanımda diye ters çeviriyorum, kahve soğuyor, özgenin eline tutuşturuyorum ve o an gözlerim açılıyor. CANSU. işte tüylerimin diken diken olduğu, bağırdığım an bu. ilk özgeye anlatıyorum tabii yüksek sesle, heyecanla. sonra hemen ona bir mesaj yazıyorum sesini duyamam çünkü o an o kadar heyecanlıyım. birden fal benim için dünyanın en anlamlı şeyi oluyor evet fal doğru fala inannn gibi şeyler düşünüyorum bir süre. çünkü 'o'nun C. si Cansu'dan geliyor. çünkü o yakın ilişkide bulunduğum, bana iyiliği dokunan, bana yardım eden cansu o. monamiye tekrar gidersem falcı abime söylicem. helal abicim dicem cansu demiştin evet cansu o. tamam yine fala inanmıyorum ama hep böyle güzel şeylerin habercisi olucaksa cansum gibi, neden olmasın arada fena gitmez.

başlangıç

çocukluktan beri süregelen bir ihtiyaç üzerine yıllar yılı bir kalem kağıt bir klavye bir defter bir bilgisayar ne bulursa içinden gelenleri yazıya dökmüş biri için geç bile kaldım belki bir blog yazmaya başlamaya. çok sebebi vardı aslında bunu ertelememin, kimseyle paylaşmayacaktım ki ben içimdekileri, yalnızca rahatlamak için yazardım hep. ama ne farkeder? yine kendim için yazacağım ve bu yine bir başlangıç olacak benim için.
okuma yazmayı ilkokula başlamadan uzun zaman önce sökmüştüm. ve çok meraklıydım yazmaya da okumaya da. hatırlıyorum, ilkokulun henüz ilk haftası nesrin öğretmen okumayı bilenlere bir uygulama yapmıştı. hepimizi tek tek yanına çağırıp 60 saniyede kaç kelime okuyacağımızı hesaplamıştı. 60tan biraz fazlaydı okuduğum kelime sayısı. neden mi hatırladım bunu? çünkü tuttuğum ilk günlüğün, ilk sayfası bu anıyla başlıyordu. annem sayfamı okuyup 'atmış' değil de 'altmış' yazdığım için gurur duymuştu benimle. ilk sevinçlerden biri. o günlüğe veya daha sonra tutmaya çabaladıklarıma ne oldu pek bilmiyorum, bir tanesi hariç. 6. sınıfta üzerinde harry potter resmi olan kalın kaplı minik bir defterim vardı yanımdan hiç ayırmadığım. günlüğümdü ya da öyle bir şeylerdi. sonra kendi yazdıklarımı unutabilirmişim ya da o defterden kurtulunca yaşadıklarımdan da kurtulabilirmişim gibi defteri sayfa sayfa parçalayıp yok etmiştim. amaçsızlık. bu salakça huyumu nasıl edindim kendime inanamıyorum, anıları yok etmek? inanılmaz. çok şükür ki kurtuldum bu rezil hareketten asla anılarımı parçalara ayırmıyorum uzun süredir. gökhan sayesinde biraz da. çocukluk aşkımla birbirimize yazdığımız minik mektupları yok ettiğim için hala deliler gibi pişmanım ya, şimdi beraber yine sokakta oturup o kağıtları okuyacak ve katılana kadar gülecektik. benim yüzümden mahvoldu bu ama olsun, akıllandım ya. bundan sonra bakmaya katlanamadığım anılarımı bile yok etmeyeceğim dedim -ki sözümü çoğunlukla tutuyorum- en fazla ortadan kaldıracaktım bir süreliğine, canımı acıtmayana kadar. sonra bulduğumda da en fazla bir damla gözyaşı ve ufak bir tebessüme sebep olacaklardı. anıları yok etmemek lazım gerçekten. aklımdan ne geçiyormuş acaba. ahh. her neyse, bu bir başlangıç dedim, hayat hikayemle girmeme gerek yok sadece yazmaya bir başladım mı hızımı alamıyorum ve sayfalar dolusu yazmaya devam ediyorum ta ki parmaklarım yorgun düşene dek. bu kez kesiyorum bu yazıyı. daha yazmam gereken çok şey var