31 Ocak 2010 Pazar
ben kaç yaşındayım şimdi?!!
insan hissettiği yaştadır diyorlar. yaşlanan ve bundan mutsuz olan insanların gönlünü yapmak için tabii. hiç olur mu öyle şey? durdurabiliyor muyuz zamanı, kendimizi sabit tutabiliyor muyuz hiç? 5 yaşıma kadar yaşadığım tek çocuk saltanatını donduramadım mesela. cin velet doğdu. o doğduktan sonra da durduramadım zamanı, o güzel çocukluğu üç günde yaşadım bitirdim sanki.
hep 'içimdeki çocuk' yalanına sığındım o zamandan sonra. yalan, çünkü hiçbirimizin içinde bir çocuk yok artık. büyümek zorunda bırakılıyoruz biz. istesek de istemesek de bir anda yüzümüze çarpan büyüme gerçeği ile baş etmek zor. artık yapamayacaklarımızdan bir liste yaparız kafamızda, pusette gezememekten başlar, canı sıkıldıkça anıra anıra ağlamayla devam eder, lunaparkta babana şımarıklık yapmak katılır, karne hediyeleri almaktan rahat rahat elma şekeri yemeğe, bebeklik arkadaşlarınla yanyana uyumaktan, gönlünce şımarabilmeye kadar uzanır liste. daha neler vardır o listede, bu basit maddelerden çok daha fazla canımızın çektiği. ama çocuk değiliz işte, çocuk kalamadık. bir sevdiğimizi kaybettik, bir başka acı cenazeye gittik, bir sevgilimizden ayrıldık, bir dostu hayatımızdan çıkardık ve büyüdük işte biz. hangimiz büyümedi ki böyle bakarsak işte? 7 yaşında bile çocuk olamayan şanssızlar var artık.
yine de ben o mutlu çocuklara bakıp mutlu çocukluğuma özlem duymayı seçiyorum. kıskanıyorum da bir kısmını. mesela o altında tekerleği olan spor ayakkabılı çocukları görünce çıldırıyorum kıskançlıktan! alışveriş merkezlerinde, sokakta özgürce hem kayıyorlar hem yürüyorlar. bizim zamanımızda ayağımızda patenler var diye kapalı alanlara bile almazlardı bizi, sefil olurduk. bir yandan da acıyorum o çocuklara ama. 7-8 yaşında cep telefonu alıyorlar ellerine, hepsinin bir bilgisayarı, playstation u var artık. bizim yoktu, biz bahçeye iner top oynardık, ip atlardık, onlarca arkadaş bir arada sabahtan akşama kadar oyundan oyuna geçer sokakta koşturur, bisiklete,patene binerdik. o yüzden çok dost kazandık biz, çok sosyalleştik zamanında, birlik olmayı da öğrendik yalnız başa çıkmayı da zorluklarla. onlar öğrenemiyor bunları. yüzyüze konuşamıyorlar birbirleriyle, mesajlaşmaktan. istop oynayamıyorlar, yakartop ne bilmiyorlar, ip atlamamışlar hayatlarında, o bilgisayar oyunlarından, ps oyunlarından. yazık. keşke çocukluklarının tadını sonuna kadar çıkartsalar, devamı gelmiyor çünkü, hemen geçip bitiyor ama haberleri yok. benim çocuğum olduğunda sonuna kadar çocukluğunu yaşaması için, benimkinden de güzel bir çocukluk yaşaması için elimden geleni yapmaya kararlıyım.
peki ben kaç yaşındayım şimdi? kaç yaşında hissettiğimi sorsalar, bir an 7 derim bir an 45 belki, ama evet kaçamayacağım gerçek, 20 yaşımı doldurmak üzereyim. 11-12 yaşlarındayken nasıl büyütmeye, fazla söylemeye çalışıyorduysam, şimdi de 20yim değil, 20mi doldurmak üzereyim diyorum (doğru ama gerçekten bu) ki azıcık daha çalayım çocukluğumdan. sanki on... diye değil de yirmi... diye başlayınca yaş söylemeye, bir boyut daha değişecekmiş gibi geliyor. istemiyorum 20yim demek. en sevdiğim yaş 17de, en mutlu geçirdiğim yaş 18de, ya da hadi en kötü 19da kalmak istiyorum. hep çocuk hissetmek istiyorum, varsın bana çocuk desinler, umrumda olur mu ki ben hayata umursamaz bir çocukken? öyle kalmak istediğim ve hatta bazen öyle hissettiğim için 'çocuk' diyeceklerde bana, ne mutlu! büyüyoruz da ne oluyor? birer birer yıkılan hayaller, hayalkırıklıklarının ardından mutsuzluklar, umutsuzluklar, büyümenin bize getirdiği şey. çocukken gördüğümüz şeker pembesi dünyanın kapkara bir yer olduğunu gün be gün daha açık ve daha acı bir şekilde görürken, keşke hepimiz çocuk kalabilseydik diyorum.
salinger!
28 Ocak 2010 Perşembe
her neyse işte
madem ki vakitsiz bir ölüm, ruhumun yarısı olan seni alıp götürdü, yeryüzünde varlığımın yarısından, en aziz parçasından yoksun yaşamakta ne anlam var? o gün ikimiz birden öldük. Horatius.
gül yolladı şuan, nasıl da cuk oturur
26 Ocak 2010 Salı
by by proficiency
23 Ocak 2010 Cumartesi
dear snow!
bu bembeyaz manzaraya ne zamandır hasrettim, ne zamandır onu görmeyi bekliyordum belli değil çünkü. geçen sene yağmadı böyle, önceki sene de çok uzakta kaldı sanki. balözü'nde kaan'la buluşup bütün mahallede kartopu oynayışımız, 6-7 tane küçük çocuğun oyununa katılıp onlarla yerlerde yuvarlanışımız, parka gidip karlı oyuncaklar üzerinde çocuklar gibi eğlenmemiz sanki çook eskilerde gördüğüm bir rüya gibi şimdi. ama o kadar net ki hafızamda, o kadar güzel ki anısı. kendimi arabaların üzerine bırakışıma çok gülmüştü kaan. pürüzsüz yüzeyleri bozmak zorundayım, bu takıntımı o gün öğrenmişti ve çok eğlenmişti. yerlerde de yuvarlanmıştım aynı şekilde, kamyonların tepelerine de vurmuştum.
çocukluğumun geçtiği mahallenin her bir yerini ayrı sevdiğimden, her bir yerinde ayrı kar maceraları yaşadığımdan yıllardır, başka bir yerde kar fikrini canlandıramıyorum bile. sanki kar sadece burda bu kadar masalsı, bu kadar eğlenceli ve bu kadar gerçek. başka yerlerdeki karlar burdaki gibi olamaz bence. buna nasıl da inanıyorum! gökhanlarla girdiğimiz kardanadam yarışları, kızlara karşı erkekler yaptığımız kartopu savaşları, arka bahçede yaptığımız kar mangal partileri, kırmızı şaraplar, zeytinler ve havuçlar, forsa sokak'ın kar kavramından anladığı eğlence ve bütünlük.. hiç unutamayacağım, tadından asla vazgeçemeyeceğim binbir ayrı lezzet bu anılar. şimdi hepsi çok geride kalmış gibi görünse de bende hiç geride değiller. hala taptaze, hala hem yaşanan hem özlenen anılar bunlar. yine de bir buruk oluyor içim aynı şeyleri aynı kişilerle bir daha asla yaşayamayacağımın bilincinde olduğum için. bu, şimdi camımdan gördüğüm kar manzarası bana eskiden hissettiğim gibi hissettiremiyor şimdi ne acı! eskiden bu karı gördüğüm an fırlar, lahana gibi giyinir, yukardan kızları yandan gökhanları kaptığım gibi 5 dakika içinde bahçede bulurdum kendimi. şimdi 3 saattir boş boş izliyorum yağan karı. bir gözlerim doluyor bir gülümsüyorum, ama kalkıp da inemiyorum. kimse yok çünkü kafasına kartopu fırlatıp güleceğim, arka bahçede kıstırıp yerlerde yuvarlayacağım, balözü'nden park'a kadar kovalayacağım. bir de içimdeki o çocuk yok şuan, tuhaf bir şekilde yok. daha dün içimdeydi sanki de şuan bir yerlere kapatılmış. üzgünüm bundan dolayı çünkü şimdi aşağıda çılgınlar gibi eğlenmek isterdim, kar izleyerek bunları yazacağıma. bir kaç sene öncesine dönebilseydim keşke! keşke..
benim annem
benim annem dünyanın en özel kadını. 18. yaşımı doldurduğum gün bana verdiği hediye (dünyada bir insanın alabileceği en özel, herhangi biri için düşünülmüş en mükemmel en kusursuz en ince ve en özenli hediye) elimde bir süredir. ne zaman kötü hissetsem, ne zaman yalnız ya da değersiz hissetsem kendimi, yardımcı oluyor bana. çünkü annem benim ilklerimi,enlerimi toplamış bir araya, hepsine beni sormuş tek tek. artık aramızda olmayanlar bile var bu hediyenin içinde. yıllar önce gitseler de bu dünyadan, babaannemle dedem bile var. ve hepsi ağız birliği etmiş gibi beni ne kadar sevdiklerini, benim ne kadar önemli olduğumu söylüyorlar tek tek. öğretmenlerimden dostlarıma, ilk aşkımdan son aşkıma, bebeklik arkadaşlarımdan sporcu aşklarıma, tüm aile fertlerime kadar herkes var içinde. benim için özel olan herkes, doktorum, komşum, en sevdiğim yazar bile. diyorum ya, dünya üzerindeki en anlamlı, en güzel hediyeyi aldım ben 18. yaş günümde. şimdi tek tek yazanları okuyup her sayfada kendimi iyi hissediyorum. önemli, değerli, özel hissediyorum.
annem zaten nefes aldığımız her saniye kendimi özel hissettirebiliyor bana. ve şanslı tabii ki, onun kızı olmak bir insanın sahip olabileceği en büyük hazine bence. ama kızıyorum anneme. bilmiyor mu yani benim duygusallığımı! hediye zaten yeterince ağlatmıştı beni, bir de en son sayfada kendi yazdıkları.. şimdi yine gözyaşları içinde bitirdim defterimi, anneme aşkım yine kabardı. dünyam o benim yaa!
bir kere çok güzeldir annem, yaşıtlarına hep fark atmıştır güzellikte. zayıftır, fazlasıyla. benden çook daha zayıftı bir dönemler hatta (hoş, o kadar zayıfladım hala benden zayıf) zevklidir, hep güzel görünür. zaten ne yapsa, ne giyse yakıştıran kadınlardandır. doğallığı, sadeliği seçer her zaman ama havası yeter onun. dış görünüşünün tam aksi olarak inanılmaz kırılgandır annem. çok güçlüdür de aynı zamanda, işte ikisini bir arada ve en uç noktalarda barındırabildiği için de ayrıca özeldir. dünyanın en düşünceli annesidir, dünyanın en kendindenbaşkaherkesidüşünen insanıdır. çok zarar verir kendine, hırpalar kendini hep. çok üzülürüm buna, ama annem böyledir benim, başka türlü düşünülemez ki. çok kolay anlaşılabilir bir kadın değildir annem. ama -çoğu zaman- bir bakışta çözerim ben onu. sakladığı hisleri, bastırdığı gözyaşlarını, yuttuğu sözleri fark ederim ben. ruh hali çok çabuk da değişse kaparım ben hemen. bazen beni çok yorar onun bu duygusal karmaşası ama çok eğitir aynı zamanda, büyütür.
gittikçe ona benzemeye başladığımı ilk farkettiğimde hem korkmuş, hem sinirlenmiş, hem de baya bir gurur duymuştum. hala aynıyım. korkuyorum çünkü annem kadar güçlü müyüm bilmiyorum, tüm o duygusal yoğunlukların hakkını onun kadar verebilir miyim emin değilim. sinirleniyorum çünkü anneme kızdığım zamanları biliyorum, beni anlamadığından yakındığım, onu haksız bulduğum ve hatta çıldırdığım zamanları. e bu kadar karşısında olduğun birine dönüşmek (bir anlamda kendi kendine karşı olmak) sinirlendirir yani seni. gurur duyuyorum çünkü annemin tırnağı kadar bile olabilsem bu çok ama çok büyük bir şeydir.
allah sana senin gibi kız versin de beni anla dermiş anneannem anneme. kızarak tabii. hani anla halimi der gibi. annem diyor ki; allah bana benim gibi kız verdi. anladım. ( sonra eğer bana sinirli değilse gülümseyerek ekler: çok mutluyum! allah sana da senin gibi bir kız versin! )
anneannem de huysuzdur benim, annem de. (tamam ben de!) birbirimize çok benzediğimiz için bazen katlanamayız birbirimize. insan kendi yanlışlarını başkalarında görmeye dayanamazmış çünkü. ama bir şey varsa bildiğim, annem benim hayatımda olmazsa olmazların başıdır. hatta tektir belki de. yokluğunda bir hiç olacağım insan annemdir. sığınağım, dayanağım, her zaman güvenli kucağım, beni benden çok seven, beni benden çok düşünen, benimle gülüp ağlayan annemdir.
ben onu dünya üzerindeki herkesten daha çok seviyorum. o çok, çok değerli. annemin kızı olma şansı bana kim tarafından verildiyse ona milyonlarca kez teşekkür ediyorum, elimi sonsuza kadar tutmasını da istesem çok olmuş olur muyum?..
19 Ocak 2010 Salı
catcher in the rye
holden'dan favorilerim arasına girmiş quote'lar yazmak istiyorum.
People never notice anything. - burada ne kadar hassas olduğunu çakıyoruz biraz.
Sex is something I really don't understand too hot. You never know where the hell you are. I keep making up these sex rules for myself, and then I break them right away. Last year I made a rule that I was going to quit horsing around with girls that, deep down, gave me a pain in the ass. I broke it, though, the same week I made it - the same night, as a matter of fact. -inanılmazdır bu sözlerinin geçtiği bölüm. gerçekten ilginç bir adam bu salinger.
I keep picturing all these little kids playing some game in this big field of rye and all… I'm standing on the edge of some crazy cliff. What I have to do, I have to catch everybody if they start to go over the cliff - I mean if they're running and they don't look where they're going I have to come out from somewhere and catch them. That's all I do all day. I'd just be the catcher in the rye. - kitabın kilit sözleri zaten, fazla açıklamaya gerek yok.
I hate phonies. - phony, holden'ın en çok kullandığı kelime. yukarıda bahsetmemiştim, dünyadaki ve insanlar arasındaki sahteliklere de ayrıca takıntılı bu aşmış çocuk.
Don't ever tell anybody anything. If you do, you start missing everybody. - kitabın son sayfası. gözlerden yaş gelirken bu cümle okunur ve onaylayan sesler, gözyaşlarına karışır. çok etkileyici, çok.
şimdi bu da holden'a değil de, direk salinger'a ait : am a kind of paranoiac in reverse. I suspect people of plotting to make me happy. - yeterince açıklayıcı?
meraklısına: bunlar gibi holden'dan bolca hoş quote istenirse diye, buyrunuz.
18 Ocak 2010 Pazartesi
sense of umur!
undisclosed desires
evvet. herkes dinlemeli herkes öğrenmeli bilmeli hatta ezberlemeli. ilk başta bana sözleri yollandığında böyle naif, romantik bir şarkı hissi vermişti hiç tahmin etmemiştim böyle bir melodi ama kesinlikle böylesinin müthiş olduğunu düşünüyorum. yıllarca dinlesem bıkmayacağım şarkılarımın arasındaki yerini aldı, ilk 10u zorlar hatta. müzik güzel, sözler zaten efsane, e ses güzel, muse güzel, biz hep güzeliz. buyrunuz
16 Ocak 2010 Cumartesi
sürü psikolojisine uymayalım yahu! +doğal kalalım bir de.
petit prince -chapter21; my favorite.
It was then that the fox appeared.
"Good morning," said the fox.
"Good morning," the little prince responded politely, although when he turned around he saw nothing.
"I am right here," the voice said, "under the apple tree."
"Who are you?" asked the little prince, and added, "You are very pretty to look at."
"I am a fox," said the fox.
"Come and play with me," proposed the little prince. "I am so unhappy."
"I cannot play with you," the fox said. "I am not tamed."
"Ah! Please excuse me," said the little prince.
But, after some thought, he added:
"What does that mean-- 'tame'?"
"You do not live here," said the fox. "What is it that you are looking for?"
"I am looking for men," said the little prince. "What does that mean-- 'tame'?"
"Men," said the fox. "They have guns, and they hunt. It is very disturbing. They also raise chickens. These are their only interests. Are you looking for chickens?"
"No," said the little prince. "I am looking for friends. What does that mean-- 'tame'?"
"It is an act too often neglected," said the fox. It means to establish ties."
"'To establish ties'?"
"Just that," said the fox. "To me, you are still nothing more than a little boy who is just like a hundred thousand other little boys. And I have no need of you. And you, on your part, have no need of me. To you, I am nothing more than a fox like a hundred thousand other foxes. But if you tame me, then we shall need each other. To me, you will be unique in all the world. To you, I shall be unique in all the world..."
"I am beginning to understand," said the little prince. "There is a flower... I think that she has tamed me..."
"It is possible," said the fox. "On the Earth one sees all sorts of things."
"Oh, but this is not on the Earth!" said the little prince.
The fox seemed perplexed, and very curious.
"On another planet?"
"Yes."
"Are there hunters on this planet?"
"No."
"Ah, that is interesting! Are there chickens?"
"No."
"Nothing is perfect," sighed the fox.
But he came back to his idea.
"My life is very monotonous," the fox said. "I hunt chickens; men hunt me. All the chickens are just alike, and all the men are just alike. And, in consequence, I am a little bored. But if you tame me, it will be as if the sun came to shine on my life. I shall know the sound of a step that will be different from all the others. Other steps send me hurrying back underneath the ground. Yours will call me, like music, out of my burrow. And then look: you see the grain-fields down yonder? I do not eat bread. Wheat is of no use to me. The wheat fields have nothing to say to me. And that is sad. But you have hair that is the colour of gold. Think how wonderful that will be when you have tamed me! The grain, which is also golden, will bring me back the thought of you. And I shall love to listen to the wind in the wheat..."
The fox gazed at the little prince, for a long time.
"Please-- tame me!" he said.
"I want to, very much," the little prince replied. "But I have not much time. I have friends to discover, and a great many things to understand."
"One only understands the things that one tames," said the fox. "Men have no more time to understand anything. They buy things all ready made at the shops. But there is no shop anywhere where one can buy friendship, and so men have no friends any more. If you want a friend, tame me..."
"What must I do, to tame you?" asked the little prince.
"You must be very patient," replied the fox. "First you will sit down at a little distance from me-- like that-- in the grass. I shall look at you out of the corner of my eye, and you will say nothing. Words are the source of misunderstandings. But you will sit a little closer to me, every day..."
The next day the little prince came back.
"It would have been better to come back at the same hour," said the fox. "If, for example, you come at four o'clock in the afternoon, then at three o'clock I shall begin to be happy. I shall feel happier and happier as the hour advances. At four o'clock, I shall already be worrying and jumping about. I shall show you how happy I am! But if you come at just any time, I shall never know at what hour my heart is to be ready to greet you... One must observe the proper rites..."
"What is a rite?" asked the little prince.
"Those also are actions too often neglected," said the fox. "They are what make one day different from other days, one hour from other hours. There is a rite, for example, among my hunters. Every Thursday they dance with the village girls. So Thursday is a wonderful day for me! I can take a walk as far as the vineyards. But if the hunters danced at just any time, every day would be like every other day, and I should never have any vacation at all."
So the little prince tamed the fox. And when the hour of his departure drew near--"Ah," said the fox, "I shall cry."
"It is your own fault," said the little prince. "I never wished you any sort of harm; but you wanted me to tame you..."
"Yes, that is so," said the fox.
"But now you are going to cry!" said the little prince.
"Yes, that is so," said the fox.
"Then it has done you no good at all!"
"It has done me good," said the fox, "because of the color of the wheat fields." And then he added:
"Go and look again at the roses. You will understand now that yours is unique in all the world. Then come back to say goodbye to me, and I will make you a present of a secret."
The little prince went away, to look again at the roses."You are not at all like my rose," he said. "As yet you are nothing. No one has tamed you, and you have tamed no one. You are like my fox when I first knew him. He was only a fox like a hundred thousand other foxes. But I have made him my friend, and now he is unique in all the world."
And the roses were very much embarassed.
"You are beautiful, but you are empty," he went on. "One could not die for you. To be sure, an ordinary passerby would think that my rose looked just like you-- the rose that belongs to me. But in herself alone she is more important than all the hundreds of you other roses: because it is she that I have watered; because it is she that I have put under the glass globe; because it is she that I have sheltered behind the screen; because it is for her that I have killed the caterpillars (except the two or three that we saved to become butterflies); because it is she that I have listened to, when she grumbled, or boasted, or ever sometimes when she said nothing. Because she is my rose.
And he went back to meet the fox."Goodbye," he said.
"Goodbye," said the fox. "And now here is my secret, a very simple secret: It is only with the heart that one can see rightly; what is essential is invisible to the eye."
"What is essential is invisible to the eye," the little prince repeated, so that he would be sure to remember.
"It is the time you have wasted for your rose that makes your rose so important."
"It is the time I have wasted for my rose--" said the little prince, so that he would be sure to remember.
"Men have forgotten this truth," said the fox. "But you must not forget it. You become responsible, forever, for what you have tamed. You are responsible for your rose..."
"I am responsible for my rose," the little prince repeated, so that he would be sure to remember.
bir kadın gittiğinde.. (demiş bekir coşkun)
Onlar bir gün çekip gittiklerinde, peşlerinde "yetim-öksüz" kalan çok olur.
Mutfaktaki dolap, perdeler, kavanozun içindeki eski düğmeler, özenle saklanmış küçülmüş giysiler, dolap diplerindeki kurdeleler...
Sabah karanlığında mutfaktan gelen tıkırtılar susar, yetim kalmıştır tabaklar.
Bir kadın gittiğinde hep suyu unutulur saksıların.
Sık sık boynunu büker "sarıkız".
O teki kalmış eski bardağın anlamını bilen olmaz Değerini kimse anlayamaz krom hac tasının.
Balkon artık sessizdir
Koridor kimsesiz.
Bir kadın gittiğinde...
Bir kadın gittiğinde ne çok kişi gider aslında; Bir ağır işçi, bir temizlikçi, bir bakıcı, bir bahçıvan, bir muhasebeci...
Bir anne gider...
Bir dost...
Bir arkadaş...
Bir sevgili...
Ne çok kişi yok olur bir kadın gittiğinde...
Hep böyle olur; bir kadın gittiğinde; övgüler, uyarılar, yakınmalar, dualar yetim kalır.
Kapı eşiğindeki "Dikkat et..." duyulmaz, Annesi gitmiştir "geç kalma"nın.
Kadınlar,arkalarında büyük boşluklar bırakarak giderler.
Bir kadın gittiğinde pek çok kişi gitmiştir aslında Ve bir kadın gittiğinde pek çok "yetim" bırakmıştır arkasında.
blogger der ki; iyi demiş bekir abimiz. kadınlarınızın kıymetini biliniz. sonra arkalarından ah vah etmemek için elinizdeyken değerini biliniz, bildiğinizi gösteriniz. arkasından bakakalmamak, boşluklarda yuvarlanmamak için. sevginin eksikliğini hissetmemek için. bizden söylemesi.
15 Ocak 2010 Cuma
izmir
chasing cars
Everything
On our own
We don't need
Anything
Or anyone
If I lay here
If I just lay here
Would you lie with me
And just forget the world?
I don't quite know
How to say
How I feel
Those three words
Are said too much
They're not enough
If I lay here
If I just lay here
Would you lie with me
And just forget the world?
Forget what we're told
Before we get too old
Show me a garden
That's bursting into life
Let's waste time
Chasing cars
Around our heads
I need your grace
To remind me
To find my own
If I lay here
If I just lay here
Would you lie with me
And just forget the world?
Forget what we're told
Before we get too old
Show me a garden
That's bursting into life
All that I am
All that I ever was
Is here in your perfect eyes
They're all I can see
I don't know where
Confused about how as well
Just know that these things
Will never change for us at all
If I lay here
If I just lay here
Would you lie with me
And just forget the world?
14 Ocak 2010 Perşembe
vampir hikayelerim
trueblood şöyle ki, vampirler kendilerini açıklıyor ve halkın içine karışmak istiyorlar. insan kanı içmiyorlar ve onlar için üretilmiş trueblood (0rh+,ABrh- ve daha nicesi, her türlüsü mevcut) içeceğiyle besleniyorlar. hepsi değil tabii ki, izole ve vampirliğe yakışır şekilde yaşamlarına devam eden bizim 'kötü' diye nitelendirebileceğimiz vampirler de var. bkz. seksi eric ve ekibi. fakat yalnızca vampirler değil, sam gibi şekil değiştiriciler, mariann gibi çakma tanrıça yaratıklar falan da var bu alemde. bir de sevimli garson kızımız var sookie, 100küsur yaşındaki iyi kalpli vampirimiz bill ile aşk yaşıyorlar, fotoğrafta görünen çiftimiz. çok fazla detay vermek istemem, yanlışlıkla okunur falan. herkes izlesin, herkes vampir sevdalısı olsun, arkadaşlarını ısırsın çok eğlenceli olur. haziran gibi 3. sezon başlayacak sanırım.