31 Ocak 2010 Pazar

ben kaç yaşındayım şimdi?!!

önsöz: bu yazıyı okumadan şarkıyı dinleyelim hadi.

insan hissettiği yaştadır diyorlar. yaşlanan ve bundan mutsuz olan insanların gönlünü yapmak için tabii. hiç olur mu öyle şey? durdurabiliyor muyuz zamanı, kendimizi sabit tutabiliyor muyuz hiç? 5 yaşıma kadar yaşadığım tek çocuk saltanatını donduramadım mesela. cin velet doğdu. o doğduktan sonra da durduramadım zamanı, o güzel çocukluğu üç günde yaşadım bitirdim sanki.

hep 'içimdeki çocuk' yalanına sığındım o zamandan sonra. yalan, çünkü hiçbirimizin içinde bir çocuk yok artık. büyümek zorunda bırakılıyoruz biz. istesek de istemesek de bir anda yüzümüze çarpan büyüme gerçeği ile baş etmek zor. artık yapamayacaklarımızdan bir liste yaparız kafamızda, pusette gezememekten başlar, canı sıkıldıkça anıra anıra ağlamayla devam eder, lunaparkta babana şımarıklık yapmak katılır, karne hediyeleri almaktan rahat rahat elma şekeri yemeğe, bebeklik arkadaşlarınla yanyana uyumaktan, gönlünce şımarabilmeye kadar uzanır liste. daha neler vardır o listede, bu basit maddelerden çok daha fazla canımızın çektiği. ama çocuk değiliz işte, çocuk kalamadık. bir sevdiğimizi kaybettik, bir başka acı cenazeye gittik, bir sevgilimizden ayrıldık, bir dostu hayatımızdan çıkardık ve büyüdük işte biz. hangimiz büyümedi ki böyle bakarsak işte? 7 yaşında bile çocuk olamayan şanssızlar var artık.

yine de ben o mutlu çocuklara bakıp mutlu çocukluğuma özlem duymayı seçiyorum. kıskanıyorum da bir kısmını. mesela o altında tekerleği olan spor ayakkabılı çocukları görünce çıldırıyorum kıskançlıktan! alışveriş merkezlerinde, sokakta özgürce hem kayıyorlar hem yürüyorlar. bizim zamanımızda ayağımızda patenler var diye kapalı alanlara bile almazlardı bizi, sefil olurduk. bir yandan da acıyorum o çocuklara ama. 7-8 yaşında cep telefonu alıyorlar ellerine, hepsinin bir bilgisayarı, playstation u var artık. bizim yoktu, biz bahçeye iner top oynardık, ip atlardık, onlarca arkadaş bir arada sabahtan akşama kadar oyundan oyuna geçer sokakta koşturur, bisiklete,patene binerdik. o yüzden çok dost kazandık biz, çok sosyalleştik zamanında, birlik olmayı da öğrendik yalnız başa çıkmayı da zorluklarla. onlar öğrenemiyor bunları. yüzyüze konuşamıyorlar birbirleriyle, mesajlaşmaktan. istop oynayamıyorlar, yakartop ne bilmiyorlar, ip atlamamışlar hayatlarında, o bilgisayar oyunlarından, ps oyunlarından. yazık. keşke çocukluklarının tadını sonuna kadar çıkartsalar, devamı gelmiyor çünkü, hemen geçip bitiyor ama haberleri yok. benim çocuğum olduğunda sonuna kadar çocukluğunu yaşaması için, benimkinden de güzel bir çocukluk yaşaması için elimden geleni yapmaya kararlıyım.

peki ben kaç yaşındayım şimdi? kaç yaşında hissettiğimi sorsalar, bir an 7 derim bir an 45 belki, ama evet kaçamayacağım gerçek, 20 yaşımı doldurmak üzereyim. 11-12 yaşlarındayken nasıl büyütmeye, fazla söylemeye çalışıyorduysam, şimdi de 20yim değil, 20mi doldurmak üzereyim diyorum (doğru ama gerçekten bu) ki azıcık daha çalayım çocukluğumdan. sanki on... diye değil de yirmi... diye başlayınca yaş söylemeye, bir boyut daha değişecekmiş gibi geliyor. istemiyorum 20yim demek. en sevdiğim yaş 17de, en mutlu geçirdiğim yaş 18de, ya da hadi en kötü 19da kalmak istiyorum. hep çocuk hissetmek istiyorum, varsın bana çocuk desinler, umrumda olur mu ki ben hayata umursamaz bir çocukken? öyle kalmak istediğim ve hatta bazen öyle hissettiğim için 'çocuk' diyeceklerde bana, ne mutlu! büyüyoruz da ne oluyor? birer birer yıkılan hayaller, hayalkırıklıklarının ardından mutsuzluklar, umutsuzluklar, büyümenin bize getirdiği şey. çocukken gördüğümüz şeker pembesi dünyanın kapkara bir yer olduğunu gün be gün daha açık ve daha acı bir şekilde görürken, keşke hepimiz çocuk kalabilseydik diyorum.

salinger!

içime doğmuş gibi bir kaç gün önce holden'ı anlatmam, salinger'ı anmam, ve onun kaybı. bazen nasıl da ürküyorum şu 6. hissimden! üzüldüm açıkçası. evet yalnızca catcher in the rye idi onu tanımama sebep ama, çok sevmiştim ben hikayeyi, çok anlamıştım ben holden'ı. bir de lise hayatımdan bir parçaydı o, ondan sanırım hüznümün bir kısmı. tamam kim ki o, her gün binlerce değerli insan veda ediyor hayata tanıdığımız ya da tanımadığımız. ama yine de farklı geliyor işte, adını görünce bir anlık bir şok yaşayıveriyorsun 91 yaşında dolu dolu bir hayat da geçirmiş olsa o, 'öldü' kelimesini yakıştıramıyorsun hayran olduğun bir kaleme. herneyse, eğer ölümden sonra yaşam varsa falan, çok mutlu olsun orda, holden gibi üzülmesin, kendiyle özleşleşmiş, kendine o çok benzeyen çocukla kaderleri faklı olsun dileğim. huzur içinde devam etsin sonsuzlukta, bembeyaz olsun çevresi, buz tutmasın onun etrafındaki göller, ördekler ölmesin orada. teşekkürler ona, sadece holden için bile edebiliriz ya bu teşekkürü, daha geniş benim teşekkürüm. yazmayı sevdiği, basit ama dolu dolu yazdığı, bana ingilizce edebiyat dersini sevdirdiği, gözümüzde ölümsüzleştiği için teşekkürler ona. bu iğrenç, buz gibi ve duygusuz dünyadan gittiği için onun adına seviniyorum aslında, eminim gittiği yer her neresiyse (ya da hiç bir yerse) buralardan daha çekilebilir yerlerdir!

28 Ocak 2010 Perşembe

her neyse işte

özledim seni derken o kadar çok özlediğim varmış ki benim. özlemek doğamda var, doğamızda var zaten. aslında ne kadar basit yaratıklarız.. uyuyup uyanıyoruz, yiyip sıçıyoruz, ağlayıp gülüyoruz, ihtiyaçlarımız basit, karşılanabilir. ekstrem arzularımızı bile karşılayabiliyoruz o kadar. bir dokunuşa ihtiyaç duyuyoruz, dokunuyoruz. sarılmaya karşı aşırı bir ihtiyacımız mevcut, sarılıveriyoruz hemen. bağıra bağıra şarkı söyleyesimiz geliyor, yapıyoruz. göresimiz geliyor bir sevdiğimizi, bir telefon uzağımızda, en kötü webcam denen bir teknolojimiz var, görüyoruz özlediğimizi. özlediğimizi? her zaman göremiyoruz işte. zaten benim film orada koptu yine. gururdan göremediğimizde özlediğimizi, çok da koymaz. peki ya hakikaten göremiyorsak? basit doğamın kabullenemediği gerçeklerden biri sanırım. çaresizlik en çok kafamı attıran. hani yapamıym ama yapabilitem olsun en azından. çaresiz olunca çıldırıyorum. böyle tepinesim, duvarları yumruklayasım, yüzümü tırnaklayasım falan geliyor yani bir saniyede ateşim çıkıyor, gözlerim kararıyor, ellerim titriyor falan. dedemi özledim yahu! her neyse falan değil, direk özledim. iğneci aziz diye görünce soğuk mezar taşında, hala inanamıyorum onun orada bir yerde yattığına ve artık sımsıcak olmadığına. biz izmire geliyorruzz diye çığlıklar atarken, sokağın başında bizi bekleyen dedemin olmadığına her seferinde şaşırıyorum, her seferinde resmen hayal kırıklığı yaşıyorum. balkonda onun sandalyesi boşken çok anlamsız geliyor herşey. koltukta kıvrılıp uyuduğunu göremiyorum ya artık, utanmasam o koltuğu paralıcam. peki benim yoğun duygularım, onu görme arzum, sımsıkı sarılma isteğim, yine elele tutuşup izmir'de nişanlısı diye sırıta sırıta yürümeye duyduğum özlem, yalnızca sesini bile duymak için kafamı kesebilecek olmam, bir işe yarıyor mu?? ne kadar aciziz, ne kadar zavallıyız. doğa bizimle kafa buluyor, muhtemelen kıçıyla gülüyordur bizi yaratan, ne yaparsanız yapın benim kendi sims oyunumdan fazlası değilsiniz der gibi. bir gücün kuklası olmaktan sıkıldım ben. herşeyi değiştirme gücü benim elimde olmalı söz konusu olan benim hayatımsa. kendi kaderini kendi çizen demektir destine, derdi dedem. adımın anlamını bile ondan öğrendim ben, ama ne kadar manasızmış aslında adım. nerde dede, nerde benim çizdiğim kader? ben çiziyor olsaydım şu an yanımda olmayan o kadar insan olurdu ki yanıbaşımda, gözlerimi sımsıkı yumabilirdim, güven yumağı içinde uyuyabilirdim. korkunç rüyalar görmezdim, başımı hep o sevdiklerimin omzuna yaslayabilirdim. ama en çok da stabil tutardım durumu, kendimi değiştirirdim başta ki, dengesiz tutarsız olmazdım böylece durağanlık bana oldukça olağan gelirdi. eğer bir enerjiyse bizi bir arada tutan, kablolar sağlam değil, akım geçmiyor bazen sanırım. eğer yalnızca kalbimizse yolumuzu çizen, karanlıktan başka bir şey yok kalplerimizde ki doğru yolu buldukları görülmemiş henüz. dönülmez kararlarımızsa bizi biz yapan, başlarım karara da ona da! herşeyi akışına bırakasım da yok değil ama, uğraşırdım ya şansım olsa. baştan aşağı değiştirirdim o değişmezleri. boşaltmazdım o yerleri koyup da dolduramadığım. boş düşünce balonlarını doldururdum. koşmak istediğimde koşardım, durmak istediğimde dururdum. hiç durmazdım aslında. her neyse işte, özlüyorum o kadar. çaresiz ve acizim, döndüremiyorum gideni. nefes almıyor ki, kelime bulup onu tutamıyorum. sadakatin beşiği, huzurun anahtarı kaybolmuş yüzyıllar önce. yenisini bulan bana da söylesin, gidip nereye kadar sorusuna cevap bulayım, herşeyi baştan anlamlandırayım. gözlerimi açıp korkmadan yüzüne bakayım. uçurumun başında bile çok mutlu olayım, sonuna kadar geldim diye.


madem ki vakitsiz bir ölüm, ruhumun yarısı olan seni alıp götürdü, yeryüzünde varlığımın yarısından, en aziz parçasından yoksun yaşamakta ne anlam var? o gün ikimiz birden öldük. Horatius.

gül yolladı şuan, nasıl da cuk oturur

26 Ocak 2010 Salı

by by proficiency

dün eziyet tanımını bir kez daha yaptım kendimce. evde ve bahçeye çıkıp oynama şansı içindeysem MUHTEŞEMden de muhteşem olabilecek bir hava dışarıda, yerler bembeyaz, ağaçlar, arabalar her şey bembeyaz ama ben hisarüstünde, yokuş yukarı tırmanmaya çalışıyorum kaya kaya, düşe kalka sevgili okuluma varmaya çalışıyorum hem de öyle böyle birşeye de değil, profışınsiye yetişmeye çalışıyorum. yahu kardeşim koskoca istanbul, nerelerden gelmek zorunda kalanlar olacak, bu havada sınav iptal edilmez mi!! sabah karın ağrıları içinde bunu düşünüyordum ama hain sınav iptal falan olmadı tabii. lapa lapa ve durmaksızın yağan beyaz dostumuz bizi engellemek için uğraşsa da biz pes etmedik ve new hall a vardık. canerim bana kıyak yapmış çikolatamla çayımı almış, ben ona teşekkür eder çikolatanın zihnimi çayın uykumu açmasını beklerken gözlerim buluşuyor biriyle, kalıyorum orda. ne işi var? o mu? neden burda ki? haydaaaa.. caner bembeyaz olan yüzümden anlıyor birşeyler olduğunu da, yormuyor beni. toparlanıyorum çok geçmeden, ee ne de olsa össden büyük stres prof. dünyalar tatlısı gözetmenim sağolsun, direk ısınıyorum ortama. eylülden alışığım aslında prof.a ama, o zamanlar nasıl da farklıydı herşey. şimdi dışarıdan kar fırtına manzarası görülüyor, parıldayan güneş, 27 derece sıcaklık yok. sınavdan çıkıp havuza gitmek yok, eve nasıl dönerim telaşı var onun yerine. incecik askılıyla değil kalın kazaklarla oturuyoruz. bir de psikolojim çok farklı. 1 saat uykuyla gittiğim, zerre önemsemediğim prof şimdi uykumu almış, ciddiyetimi takınmış özenle ve dikkatle oturup beklediğim profa dönüşmüş. çünkü baymış yadyok, bitsin gitsinmiş. 5 saate yakın sürüyor sınav (ara da var canım o kadar da değil) bittiğinde ne olursa olsun hafiflemişlik bırakıyor arkasında. şimdi sınavı verdik mi veremedik mi belli değil ama tatile girdiğimiz, sınav stresi içinde olmayacağımız için çok da farketmiyor. oysa dün nasıl da fark ediyordu!! byby proficiency yani (şimdilik veya sonsuza kadar!)

23 Ocak 2010 Cumartesi

dear snow!

bu kara bir blog yazılmaz mı şimdi, ayıp olurdu valla. evde kimsenin olmamasından da biraz etkilenip, çok fazla saatlerle uyudum. her gözümü açtığımda kalkma fikrini çekici bulmayıp tekrar uyumayı başardım. sorun şu ki, perdelerimi tamamen kapatıp uyuduğum için dışarıda nasıl da mükemmel bir manzara var bihaberdim. neyse, saat artık 14.30 gibi saçma bir geç olma durumundayken (en sonunda) perdeyi açmayı akıl edebildim. yatakta perdeyi açtım ve 1 saniye sonra fırlamıştım. ilk yaptığım camı açmak oldu. yani salaklığın bu kadar tabii sen sıcacık yatağından çık eksilerde havaya! ama o soğuk hiç rahatsız etmedi beni (deriiin bir nefes alana kadar) sonra biraz üşüdüm tabii ama gülmekten gözlerimden yaş gelmeye başlamıştı, gülmekten dediysem komik birşeye gülmek değil mutluluktan gülmek.
bu bembeyaz manzaraya ne zamandır hasrettim, ne zamandır onu görmeyi bekliyordum belli değil çünkü. geçen sene yağmadı böyle, önceki sene de çok uzakta kaldı sanki. balözü'nde kaan'la buluşup bütün mahallede kartopu oynayışımız, 6-7 tane küçük çocuğun oyununa katılıp onlarla yerlerde yuvarlanışımız, parka gidip karlı oyuncaklar üzerinde çocuklar gibi eğlenmemiz sanki çook eskilerde gördüğüm bir rüya gibi şimdi. ama o kadar net ki hafızamda, o kadar güzel ki anısı. kendimi arabaların üzerine bırakışıma çok gülmüştü kaan. pürüzsüz yüzeyleri bozmak zorundayım, bu takıntımı o gün öğrenmişti ve çok eğlenmişti. yerlerde de yuvarlanmıştım aynı şekilde, kamyonların tepelerine de vurmuştum.
çocukluğumun geçtiği mahallenin her bir yerini ayrı sevdiğimden, her bir yerinde ayrı kar maceraları yaşadığımdan yıllardır, başka bir yerde kar fikrini canlandıramıyorum bile. sanki kar sadece burda bu kadar masalsı, bu kadar eğlenceli ve bu kadar gerçek. başka yerlerdeki karlar burdaki gibi olamaz bence. buna nasıl da inanıyorum! gökhanlarla girdiğimiz kardanadam yarışları, kızlara karşı erkekler yaptığımız kartopu savaşları, arka bahçede yaptığımız kar mangal partileri, kırmızı şaraplar, zeytinler ve havuçlar, forsa sokak'ın kar kavramından anladığı eğlence ve bütünlük.. hiç unutamayacağım, tadından asla vazgeçemeyeceğim binbir ayrı lezzet bu anılar. şimdi hepsi çok geride kalmış gibi görünse de bende hiç geride değiller. hala taptaze, hala hem yaşanan hem özlenen anılar bunlar. yine de bir buruk oluyor içim aynı şeyleri aynı kişilerle bir daha asla yaşayamayacağımın bilincinde olduğum için. bu, şimdi camımdan gördüğüm kar manzarası bana eskiden hissettiğim gibi hissettiremiyor şimdi ne acı! eskiden bu karı gördüğüm an fırlar, lahana gibi giyinir, yukardan kızları yandan gökhanları kaptığım gibi 5 dakika içinde bahçede bulurdum kendimi. şimdi 3 saattir boş boş izliyorum yağan karı. bir gözlerim doluyor bir gülümsüyorum, ama kalkıp da inemiyorum. kimse yok çünkü kafasına kartopu fırlatıp güleceğim, arka bahçede kıstırıp yerlerde yuvarlayacağım, balözü'nden park'a kadar kovalayacağım. bir de içimdeki o çocuk yok şuan, tuhaf bir şekilde yok. daha dün içimdeydi sanki de şuan bir yerlere kapatılmış. üzgünüm bundan dolayı çünkü şimdi aşağıda çılgınlar gibi eğlenmek isterdim, kar izleyerek bunları yazacağıma. bir kaç sene öncesine dönebilseydim keşke! keşke..

benim annem



benim annem dünyanın en özel kadını. 18. yaşımı doldurduğum gün bana verdiği hediye (dünyada bir insanın alabileceği en özel, herhangi biri için düşünülmüş en mükemmel en kusursuz en ince ve en özenli hediye) elimde bir süredir. ne zaman kötü hissetsem, ne zaman yalnız ya da değersiz hissetsem kendimi, yardımcı oluyor bana. çünkü annem benim ilklerimi,enlerimi toplamış bir araya, hepsine beni sormuş tek tek. artık aramızda olmayanlar bile var bu hediyenin içinde. yıllar önce gitseler de bu dünyadan, babaannemle dedem bile var. ve hepsi ağız birliği etmiş gibi beni ne kadar sevdiklerini, benim ne kadar önemli olduğumu söylüyorlar tek tek. öğretmenlerimden dostlarıma, ilk aşkımdan son aşkıma, bebeklik arkadaşlarımdan sporcu aşklarıma, tüm aile fertlerime kadar herkes var içinde. benim için özel olan herkes, doktorum, komşum, en sevdiğim yazar bile. diyorum ya, dünya üzerindeki en anlamlı, en güzel hediyeyi aldım ben 18. yaş günümde. şimdi tek tek yazanları okuyup her sayfada kendimi iyi hissediyorum. önemli, değerli, özel hissediyorum.
annem zaten nefes aldığımız her saniye kendimi özel hissettirebiliyor bana. ve şanslı tabii ki, onun kızı olmak bir insanın sahip olabileceği en büyük hazine bence. ama kızıyorum anneme. bilmiyor mu yani benim duygusallığımı! hediye zaten yeterince ağlatmıştı beni, bir de en son sayfada kendi yazdıkları.. şimdi yine gözyaşları içinde bitirdim defterimi, anneme aşkım yine kabardı. dünyam o benim yaa!
bir kere çok güzeldir annem, yaşıtlarına hep fark atmıştır güzellikte. zayıftır, fazlasıyla. benden çook daha zayıftı bir dönemler hatta (hoş, o kadar zayıfladım hala benden zayıf) zevklidir, hep güzel görünür. zaten ne yapsa, ne giyse yakıştıran kadınlardandır. doğallığı, sadeliği seçer her zaman ama havası yeter onun. dış görünüşünün tam aksi olarak inanılmaz kırılgandır annem. çok güçlüdür de aynı zamanda, işte ikisini bir arada ve en uç noktalarda barındırabildiği için de ayrıca özeldir. dünyanın en düşünceli annesidir, dünyanın en kendindenbaşkaherkesidüşünen insanıdır. çok zarar verir kendine, hırpalar kendini hep. çok üzülürüm buna, ama annem böyledir benim, başka türlü düşünülemez ki. çok kolay anlaşılabilir bir kadın değildir annem. ama -çoğu zaman- bir bakışta çözerim ben onu. sakladığı hisleri, bastırdığı gözyaşlarını, yuttuğu sözleri fark ederim ben. ruh hali çok çabuk da değişse kaparım ben hemen. bazen beni çok yorar onun bu duygusal karmaşası ama çok eğitir aynı zamanda, büyütür.
gittikçe ona benzemeye başladığımı ilk farkettiğimde hem korkmuş, hem sinirlenmiş, hem de baya bir gurur duymuştum. hala aynıyım. korkuyorum çünkü annem kadar güçlü müyüm bilmiyorum, tüm o duygusal yoğunlukların hakkını onun kadar verebilir miyim emin değilim. sinirleniyorum çünkü anneme kızdığım zamanları biliyorum, beni anlamadığından yakındığım, onu haksız bulduğum ve hatta çıldırdığım zamanları. e bu kadar karşısında olduğun birine dönüşmek (bir anlamda kendi kendine karşı olmak) sinirlendirir yani seni. gurur duyuyorum çünkü annemin tırnağı kadar bile olabilsem bu çok ama çok büyük bir şeydir.
allah sana senin gibi kız versin de beni anla dermiş anneannem anneme. kızarak tabii. hani anla halimi der gibi. annem diyor ki; allah bana benim gibi kız verdi. anladım. ( sonra eğer bana sinirli değilse gülümseyerek ekler: çok mutluyum! allah sana da senin gibi bir kız versin! )
anneannem de huysuzdur benim, annem de. (tamam ben de!) birbirimize çok benzediğimiz için bazen katlanamayız birbirimize. insan kendi yanlışlarını başkalarında görmeye dayanamazmış çünkü. ama bir şey varsa bildiğim, annem benim hayatımda olmazsa olmazların başıdır. hatta tektir belki de. yokluğunda bir hiç olacağım insan annemdir. sığınağım, dayanağım, her zaman güvenli kucağım, beni benden çok seven, beni benden çok düşünen, benimle gülüp ağlayan annemdir.
ben onu dünya üzerindeki herkesten daha çok seviyorum. o çok, çok değerli. annemin kızı olma şansı bana kim tarafından verildiyse ona milyonlarca kez teşekkür ediyorum, elimi sonsuza kadar tutmasını da istesem çok olmuş olur muyum?..

19 Ocak 2010 Salı

catcher in the rye

holden caufield'ı anlamak gerek önce. holden çılgın bir karakter, tanımak lazım onu. obsesif olduğu konuları da bilmek, onlara o gözle bakmak, holden'ın dilinden konuşmak önemlidir. phoebe kimdir mesela, neden holden için 'masumiyet'tir phoebe bunu düşünmek lazım. central park'ta kışın donan gölde yaşayan ördeklere ne olduğuna da takmıştır holden. (sahi ne oluyor onlara??) holden çok hassas, çok duyarlıdır aslında. sürekli argo konuşuyor, hiç birşey umrunda değilmiş gibi davranıyor diye onu duygusuz piç kurusu olarak betimleyenler çok yanılıyorlar. çok fazla duyguludur holden. kıskançtır, arzuludur. catcher in the rye'ı iyi ki lisede, en sağlam senede, en iyi analizlerle okumuşum. kendim alıp okusam bu kadar içine giremezdim belki olayların, bu kadar iyi anlayamazdım holden'ı. ackley hakkında söylediklerini ya da stradlater ile giriştiği kavgaları öyle içimde hissettim ki o ingilizce derslerinde, büyük tembel ben, ingilizce dersinde ders dinler, not alır, hocanın ağzının içine bakar oldum. holden'ın jane'e de bir takıntısı vardır ki, aylarca konuşulabilir üstünde. ama işte holden'ı holden yapandır onun bu obsesiflikleri. onun durumu ağırlaştıkça, hüznü artar okuyanın. çünkü adam acı çekiyor ve farkında bile değil. biz okurken anlıyoruz, kendine gel, bak haline diyesimiz geliyor resmen. çok fazla anlamak için holden'ı, catcher in the rye'u defalarca okusun herkes. çok şey katar adama, vakit kaybı değildir o kitap. bir de ilginç bir durum, j. d. salinger, yazarı, kendisinden çok şey katmış holden'a. bunun için biraz da salinger hakkında bilmek gerekiyor. gerçekten ilginç, gerçekten öğrenmeye değer.
holden'dan favorilerim arasına girmiş quote'lar yazmak istiyorum.

People never notice anything. - burada ne kadar hassas olduğunu çakıyoruz biraz.

Sex is something I really don't understand too hot. You never know where the hell you are. I keep making up these sex rules for myself, and then I break them right away. Last year I made a rule that I was going to quit horsing around with girls that, deep down, gave me a pain in the ass. I broke it, though, the same week I made it - the same night, as a matter of fact.
-inanılmazdır bu sözlerinin geçtiği bölüm. gerçekten ilginç bir adam bu salinger.

I keep picturing all these little kids playing some game in this big field of rye and all… I'm standing on the edge of some crazy cliff. What I have to do, I have to catch everybody if they start to go over the cliff - I mean if they're running and they don't look where they're going I have to come out from somewhere and catch them. That's all I do all day. I'd just be the catcher in the rye. - kitabın kilit sözleri zaten, fazla açıklamaya gerek yok.

I hate phonies. - phony, holden'ın en çok kullandığı kelime. yukarıda bahsetmemiştim, dünyadaki ve insanlar arasındaki sahteliklere de ayrıca takıntılı bu aşmış çocuk.

Don't ever tell anybody anything. If you do, you start missing everybody. - kitabın son sayfası. gözlerden yaş gelirken bu cümle okunur ve onaylayan sesler, gözyaşlarına karışır. çok etkileyici, çok.

şimdi bu da holden'a değil de, direk salinger'a ait : am a kind of paranoiac in reverse. I suspect people of plotting to make me happy. - yeterince açıklayıcı?

meraklısına: bunlar gibi holden'dan bolca hoş quote istenirse diye, buyrunuz.

18 Ocak 2010 Pazartesi

sense of umur!

umur bugün derste olsaydı çok güler miydi acaba? ben öyle iğrenç espriler yapmam, kelime oyunları yapıp komik olmaya çalışmam, yapanlara da ööyle bir güler geçerim normalde. ama bugün bana ne olduysa hayatımda ilk defa böyle birşey yaptım. evet yaptım. utanmıyorum hatta çok eğlendim. arkadaşımız umur'un sınavda yazdığı essay üzerine konuşuyorduk (inanılmaz yaratıcı ve baya esprili, hoş bir essaydi bu arada, illiterate vatandaşlarımız için herşeyi yapalım, sonra bir teste sokalım ve eğer failure olurlarsa onları sürgüne gönderelim ki bizim sorunumuz olmaktan çıksınlar!! yeaaaah umur!! çok eğlendik, güldük, dediğim gibi baya sıradışıydı.) hocamız da umur'a aynı sınıfın tüm üyeleri gibi sempati besliyor, ilk günden kendini gösteren bu arkadaşımız uzun saçları ve oldukça uzun sakalıyla sessiz sakin birşeyken, zamanla açıldı (ki ikizler zaten) bayaa da büyük potansiyeli varmış bize bunu gösterdi. arada patlattığı zeki esprilerle(ki yine ikizler) bizi baya eğlendirir oldu falan. bugün de essayine baya güldük, o sırada ege 'hoca umurun sense of humourunu beğeniyoo' diynce işte istemsiz bir şekilde ağzımdan dökülüverdi. sense of umur. yaşasınnnn!! ben de yaşadım bu deneyimi. çok eğlendim, ama sonra bir baktım farkında bile değilim ama yapmışım bunu. düşündüm, güldüm. düşündüm, bi daha güldüm. o kadar ki gittim facebookta durumuma yazdım. görmemiş bir kelime oyunu yapmış mode on. kırk yılda bir olacak bir olay olduğu için böyle büyütürüm de büyütürüm şimdi. ama esprinin tadı kaçınca da, umur'un şahane essay ini düşünüyor ve daha da gülüyorum. çok yaşa umur!

undisclosed desires






evvet. herkes dinlemeli herkes öğrenmeli bilmeli hatta ezberlemeli. ilk başta bana sözleri yollandığında böyle naif, romantik bir şarkı hissi vermişti hiç tahmin etmemiştim böyle bir melodi ama kesinlikle böylesinin müthiş olduğunu düşünüyorum. yıllarca dinlesem bıkmayacağım şarkılarımın arasındaki yerini aldı, ilk 10u zorlar hatta. müzik güzel, sözler zaten efsane, e ses güzel, muse güzel, biz hep güzeliz. buyrunuz

16 Ocak 2010 Cumartesi

sürü psikolojisine uymayalım yahu! +doğal kalalım bir de.

uymayalım arkadaş. herkes giyiyor diye ugg giymeyelim. özentilikten sigaraya başlamayalım, sıkıntı oluyor sonra. hem smoking doesn't make you cool,sorry. abi ezel süper dizi herkes izliyor diyip ezel izlemeyelim ya da ama bu herkeste var diyip birşeyler almayalım yani. gündemden uzak kalmak demek değil ki bu, tabii ki gündemden uzak kalınması gerektiğini savunmuyorum ama 'herkes' yapıyor diye yapmak zorunda değiliz birşeyleri, bireyiz biz ya kendimize özgüyüz. benden bir tane daha var mı ahmetten mehmetten bir tane daha yok neden herkese benzemeye çalışalım ki? bu yüzden saygı duyuyorum o saçma sapan tarzlı insanlara, herkes gibi olma derdi içinde değiller. solaryum çıktı, genç ve aptal kızlarımız solaryumdan çıkmaz oldu. bir sarı saç modası başladı bağdat caddesinde kumral ya da esmer görünce sevinir oldum. hele şu adidas eşofman modası. utancımdan kendiminkini giyemedim nice zaman. hah ama mesela beyaz converse. o da aşırı moda olmuştu ama klasik bir parça o, herkeste olsa da batmazdı bana. ama ugg görünce tüylerim diken diken oluyor. ahh diyorum ah yani. hani birşeye benzese, onlara verilen paranın 987de 1ini haketse içim yanmayacak alın hepiniz giyin ama ayı ayağınız olsun diye çuval dolusu para verebiliyorsunuz ya o ugg mağazasının önünde karnı aç bir çocuk yatarken. tamam nelere ne paralar veriyoruz ama buna gerçekten yazık, neden kimse göremiyor? ulan o kadar yalnız kaldım ki davamda. en yakın arkadaşlarımda bile ugg var gülüyoruz falan beraber. yine de geçerli sebepleri var; çok rahat. çok sıcak tutuyor. bla bla bla. sürü psikolojisinden nefret ediyorum. zaman zaman benim de yapmış bulunduğum özentiliklerden nefret ediyorum. ayranı yok içmeye tahtrevanla gider sıçmaya mantığından baya nefret ediyorum. herşeylerinden kısıp, aç gezip sonra o çok beğendiği pahalı ceketi alan kızları sopalarla kovalayabilirim. arkadaşları arasında bile para hesabı yapıp sonra ugglarla geziyorlar falan içim acıyor. bir de takıntılılar bu konuda, sahte giymezler. hahaha yazık günah değil mi kızcağızın güzelim ayağı sahte botların içinde mahvolur çünkü. bir de maalesef çoğu yaşıtımın da farkedemediği bir gerçeğe takıntılıyım ben. doğallığa. solaryuma karşıyım ben, aşırı makyaja. saç boyamaya da karşıyım renkli lens takmaya da. (melis alınma sana karşı değilim seninki doğal bir hevesti ve fıstık gibiydin:p) yani neden anlayamıyorlar en güzel halin doğallık olduğunu? renksiz olan gözler de anlamlı bakar, bazen renklilerden çok daha güzel olurlar ki mesela anneannemin bal rengi gözleri vardır, ben annem kardeşim babam dayım gibi rengarenk gözlerin arasında en güzel gözler kesinlikle onunkilerdir. (kesinlikle kendim renkli gözlüyüm diye karşı değilim renkli lense, gözlerim kahverengi olsaydı kahverengi kalırlardı) peki saçınızı neden boyadığınızı sorabilir miyim iki günde bir? tabii, 16 yaşında saçlarınız beyazlamaya başlamadıysa. başladıysa eyvallah, boyayın arkanızdayım. ama yine farketmiyor musunuz en güzel haliniz kendi saç renginiz mevcutken görülüyor? kışın ortasında esmer geziyorsunuz da ne oluyor, çevrenizdeki bütün insanlık bembeyazken o sahte bronzluk güzel görünüyor falan mı zannediyorsunuz? görünmüyor. daha estetikler sarmadı dört bir yanımı ama ona da muhalefetim evet. yok burnumu kaldırtcaam yok yağ aldırcaam yok göğsümü büyütçeeem. şaka mısınız yahu o zaman sizden ne kalıcak? bir bakıcaksınız aynaya hoş bir hatun (en iyi ihtimalle, genelde felaketle sonuçlanır ya.) ee kim ki o? esas siz le alakası olmayan birşey. kendinizi iyi hissedebilecek misiniz kendiniz bile değilken? ben anlamıyorum, anlayan bana da anlatsın. laflarımı yutmak zorunda kalmak istemem, o yüzden çok şükür doğal halimle, kemikli burnumla, renkli gözümle, kendi saçımla, kışın beyazlayan tenimle yaşıyorum ve mutluyum bu doğal halimden. genciz genç. dünya güzeli olmamıza gerek yok ne yapsak yakışır zaten gençliğin sihri burda. bozmayın onu o ağır makjaylarla, yumuşacık saçlarınızı boyalarla mahvetmeyin. cilt kanseri olmayın genç yaşınızda, gelin kışın doğanın emrine uyun, beyazlayın işte. doğal hal en güzelidir, en en en güzelidir. o kadar.

petit prince -chapter21; my favorite.



It was then that the fox appeared.

"Good morning," said the fox.

"Good morning," the little prince responded politely, although when he turned around he saw nothing.

"I am right here," the voice said, "under the apple tree."

"Who are you?" asked the little prince, and added, "You are very pretty to look at."

"I am a fox," said the fox.

"Come and play with me," proposed the little prince. "I am so unhappy."

"I cannot play with you," the fox said. "I am not tamed."

"Ah! Please excuse me," said the little prince.

But, after some thought, he added:

"What does that mean-- 'tame'?"

"You do not live here," said the fox. "What is it that you are looking for?"

"I am looking for men," said the little prince. "What does that mean-- 'tame'?"

"Men," said the fox. "They have guns, and they hunt. It is very disturbing. They also raise chickens. These are their only interests. Are you looking for chickens?"

"No," said the little prince. "I am looking for friends. What does that mean-- 'tame'?"

"It is an act too often neglected," said the fox. It means to establish ties."

"'To establish ties'?"

"Just that," said the fox. "To me, you are still nothing more than a little boy who is just like a hundred thousand other little boys. And I have no need of you. And you, on your part, have no need of me. To you, I am nothing more than a fox like a hundred thousand other foxes. But if you tame me, then we shall need each other. To me, you will be unique in all the world. To you, I shall be unique in all the world..."

"I am beginning to understand," said the little prince. "There is a flower... I think that she has tamed me..."

"It is possible," said the fox. "On the Earth one sees all sorts of things."

"Oh, but this is not on the Earth!" said the little prince.

The fox seemed perplexed, and very curious.

"On another planet?"

"Yes."

"Are there hunters on this planet?"

"No."

"Ah, that is interesting! Are there chickens?"

"No."

"Nothing is perfect," sighed the fox.

But he came back to his idea.

"My life is very monotonous," the fox said. "I hunt chickens; men hunt me. All the chickens are just alike, and all the men are just alike. And, in consequence, I am a little bored. But if you tame me, it will be as if the sun came to shine on my life. I shall know the sound of a step that will be different from all the others. Other steps send me hurrying back underneath the ground. Yours will call me, like music, out of my burrow. And then look: you see the grain-fields down yonder? I do not eat bread. Wheat is of no use to me. The wheat fields have nothing to say to me. And that is sad. But you have hair that is the colour of gold. Think how wonderful that will be when you have tamed me! The grain, which is also golden, will bring me back the thought of you. And I shall love to listen to the wind in the wheat..."

The fox gazed at the little prince, for a long time.

"Please-- tame me!" he said.

"I want to, very much," the little prince replied. "But I have not much time. I have friends to discover, and a great many things to understand."

"One only understands the things that one tames," said the fox. "Men have no more time to understand anything. They buy things all ready made at the shops. But there is no shop anywhere where one can buy friendship, and so men have no friends any more. If you want a friend, tame me..."

"What must I do, to tame you?" asked the little prince.

"You must be very patient," replied the fox. "First you will sit down at a little distance from me-- like that-- in the grass. I shall look at you out of the corner of my eye, and you will say nothing. Words are the source of misunderstandings. But you will sit a little closer to me, every day..."

The next day the little prince came back.

"It would have been better to come back at the same hour," said the fox. "If, for example, you come at four o'clock in the afternoon, then at three o'clock I shall begin to be happy. I shall feel happier and happier as the hour advances. At four o'clock, I shall already be worrying and jumping about. I shall show you how happy I am! But if you come at just any time, I shall never know at what hour my heart is to be ready to greet you... One must observe the proper rites..."

"What is a rite?" asked the little prince.

"Those also are actions too often neglected," said the fox. "They are what make one day different from other days, one hour from other hours. There is a rite, for example, among my hunters. Every Thursday they dance with the village girls. So Thursday is a wonderful day for me! I can take a walk as far as the vineyards. But if the hunters danced at just any time, every day would be like every other day, and I should never have any vacation at all."

So the little prince tamed the fox. And when the hour of his departure drew near--

"Ah," said the fox, "I shall cry."

"It is your own fault," said the little prince. "I never wished you any sort of harm; but you wanted me to tame you..."

"Yes, that is so," said the fox.

"But now you are going to cry!" said the little prince.

"Yes, that is so," said the fox.

"Then it has done you no good at all!"

"It has done me good," said the fox, "because of the color of the wheat fields." And then he added:

"Go and look again at the roses. You will understand now that yours is unique in all the world. Then come back to say goodbye to me, and I will make you a present of a secret."

The little prince went away, to look again at the roses.

"You are not at all like my rose," he said. "As yet you are nothing. No one has tamed you, and you have tamed no one. You are like my fox when I first knew him. He was only a fox like a hundred thousand other foxes. But I have made him my friend, and now he is unique in all the world."

And the roses were very much embarassed.

"You are beautiful, but you are empty," he went on. "One could not die for you. To be sure, an ordinary passerby would think that my rose looked just like you-- the rose that belongs to me. But in herself alone she is more important than all the hundreds of you other roses: because it is she that I have watered; because it is she that I have put under the glass globe; because it is she that I have sheltered behind the screen; because it is for her that I have killed the caterpillars (except the two or three that we saved to become butterflies); because it is she that I have listened to, when she grumbled, or boasted, or ever sometimes when she said nothing. Because she is my rose.

And he went back to meet the fox.

"Goodbye," he said.

"Goodbye," said the fox. "And now here is my secret, a very simple secret: It is only with the heart that one can see rightly; what is essential is invisible to the eye."

"What is essential is invisible to the eye," the little prince repeated, so that he would be sure to remember.

"It is the time you have wasted for your rose that makes your rose so important."

"It is the time I have wasted for my rose--" said the little prince, so that he would be sure to remember.

"Men have forgotten this truth," said the fox. "But you must not forget it. You become responsible, forever, for what you have tamed. You are responsible for your rose..."

"I am responsible for my rose," the little prince repeated, so that he would be sure to remember.

bir kadın gittiğinde.. (demiş bekir coşkun)

Onlar bir gün çekip gittiklerinde, peşlerinde "yetim-öksüz" kalan çok olur.

Mutfaktaki dolap, perdeler, kavanozun içindeki eski düğmeler, özenle saklanmış küçülmüş giysiler, dolap diplerindeki kurdeleler...

Sabah karanlığında mutfaktan gelen tıkırtılar susar, yetim kalmıştır tabaklar.

Bir kadın gittiğinde hep suyu unutulur saksıların.

Sık sık boynunu büker "sarıkız".

O teki kalmış eski bardağın anlamını bilen olmaz Değerini kimse anlayamaz krom hac tasının.

Balkon artık sessizdir

Koridor kimsesiz.

Bir kadın gittiğinde...

Bir kadın gittiğinde ne çok kişi gider aslında; Bir ağır işçi, bir temizlikçi, bir bakıcı, bir bahçıvan, bir muhasebeci...

Bir anne gider...

Bir dost...

Bir arkadaş...

Bir sevgili...

Ne çok kişi yok olur bir kadın gittiğinde...

Hep böyle olur; bir kadın gittiğinde; övgüler, uyarılar, yakınmalar, dualar yetim kalır.

Kapı eşiğindeki "Dikkat et..." duyulmaz, Annesi gitmiştir "geç kalma"nın.

Kadınlar,arkalarında büyük boşluklar bırakarak giderler.

Bir kadın gittiğinde pek çok kişi gitmiştir aslında Ve bir kadın gittiğinde pek çok "yetim" bırakmıştır arkasında.



blogger der ki; iyi demiş bekir abimiz. kadınlarınızın kıymetini biliniz. sonra arkalarından ah vah etmemek için elinizdeyken değerini biliniz, bildiğinizi gösteriniz. arkasından bakakalmamak, boşluklarda yuvarlanmamak için. sevginin eksikliğini hissetmemek için. bizden söylemesi.

15 Ocak 2010 Cuma

izmir

izmir'e uçakla gitmeyi çok sevmem ben. 45 dakikada kendini adnan menderes'te bulursun, ne olduğunu bile anlayamadan aynı ortamda baban yerine dayın duruyordur. heyecan bile duyamazsın doğru dürüst, uçakta yok havaalanı işleri yok oturdum kalktım yok hostesler bilmemneler ee nerede kaldı 'izmir'e gidiyorum' duygusu, heyecanı. road trip her zaman tercihimdir izmir' e gidiş şekli olarak. çok fark etmez, arabayla gitmek de aşırı keyiflidir benim için otobüsle de. artık iyice düzelen yollar sayesinde 6 saate kadar indi izmir-istanbul arası. sıkıntı yok yolda, istediğin gibi mola verirsin (tercihen susurluk'ta) bir ayvalık tostu bir susurluk ayranı içersin, moladan sonra tokluğun da verdiği rehavetle biraz kestirirsin, balıkesir'de buluverirsin kendini gözlerini açtığında. yol her zaman eğlencelidir, gerçekten. kiminle yolculuk yaptığın çok fazla önemli değildir çünkü herkes yola kaptırır kendini, varacağı yeri hayal eder tüm yol. ben genelde kopilot olurum annem şöforken. babam varsa annem kopilotuysa da arkada kardeşimle çocuklaşır, kim yayılarak uyuyacak tartışmalarına girerim. istediğim müzikleri çalarım, bazen çok huysuz olurum sabırsızlığımdan dolayı. otobüsle gidiyorsak da tamamen herkesten soyutlarım kendimi. bir kahve, elime bir kitap kulağıma da kulaklık, tamam bütün yol mutlu olurum. izmir yolunda bir viraj vardır, tepede. o virajı döner dönmez izmir karşılar sizi. tepeden sola doğru kafanızı çevirseniz yeter, ışıl ışıl izmir (hele geceyse) ayaklarınızın altındadır şimdi. çocukluğumdan beri ne zaman o viraja gelsek 'biz izmir'e geldiiiiik' derim ya da annem der, mutlaka güler, heyecanlanır, iyice sabırsızlaşırız. işte o tepede izmir'e bakarsanız uçak yolculuğunu seçmediğiniz için çok mutlu olursunuz. tamam, uçak yolculuğu da çok keyifli, hele karanlıksa şehirden kalkarken de diğer şehre inerken de o ışıklar, gittikçe büyüyen ya da küçülen renkler insanı çıldırtır ama yine de o virajdan dönerken alacağınız hazzı veremez. o virahı da aldıktan sonra, gaza yüklenmek istersiniz hemen gidelim diye. izmir'e girdiğinizi anladığınız an, etrafa bakmaktan şaşı olursunuz. TMO binasını görünce o tanıdık huzur kaplar içinizi. denizden çirkin bir koku yoklar sizi bir an, geçer sonra. alsancak'a doğru yol alırsınız. hele sizi bir bekleyen varsa orda.. benim anneannem bekler hep balkonda. elinde sigarası, karşı komşularıyla heyecanını paylaşarak, kabına sığamayarak bekler bizi. biz sokağa girdiğimizde telaştan ne yapacağını şaşırır, biz de tabii gülümsemekten çenemiz ağrır bir şekilde ona el sallarız, korna çalarız. geldik geldik diye camdan sesleniriz. apartmana girerken bir rutubet, merdivenleri çıkarken nefes kesilmesi karşılar bizi. anneannemin evi her zaman aynıdır, o yüzden girdiğim an mutluluktan ve hüzünden gözlerim dolar. aynı anda. ilk iş mutfağın balkonuna çıkarım, tam karşıdaki sandalyede dedeciğimin hayalini görürüm, öperim onu sonra geçerim içeri. odaları gezerim tek tek yüzümü bile yıkamadan önce. hasret giderdikten sonra anneannemin kucağına atarım kendimi ve izmir'in tadını çıkarmaya o an başlarım. evet, izmir yaşanılası bir yerdir. izmir vazgeçmesi çok zor, ayrılması işkence bir yerdir. evdir çünkü,yuvadır. kordon'da lodostur, karşıyaka'da denizin hırçın dalgalarıdır. kıbrıs şehitler'de gotikler, gül sokak'ta tikilerdir. sevinç pastanesi'nin önünde buluşmaktır, reci's de yemek yemektir. sir winston'da kahve içmek, kordon'da en sevdiklerinle elele kolkola yürümek, oturup bira içmektir. izmir teleferiktir, varyanttır. pasaportta toplanmaktır, cumhuriyet meydanıdır, heykeldir. 9Eylül'de heykelde olmaktır izmir, 29ekimde kordonda yürümektir. alsancak'ta herkesin birbirini tanımasıdır, herkesin elinde büyükmektir. orada herkes haladır, teyzedir. amcadır,dededir,dayıdır. izmirliyim demektir izmir, izmirli hissetmektir. fuar'da zaman geçirmek, lozan büfe kapanınca üzülmektir. kipa'dır izmir, egs'dir. mavişehirdir, konaktır,hataydır. izmir'de olmak insanın yaşayabileceği en güzel deneyimlerdendir, tadılması gerekir, tadına varılması gerekir. bir de orada bir aileniz, bir aşkınız, bir dostunuz, sizi bekleyen birilerinin olması gerekir. melis'le buluşmak, burçak'la kolkola yürümek, hüsnü'yü onur'u rasim'i mustafa'yı aramak, sunset'te toplanmak gerekir. izmir öyle bir yerdir işte. bir kere aşık olan da kolay kolay vazgeçemez izmir'den.

chasing cars

We'll do it all
Everything
On our own

We don't need
Anything
Or anyone

If I lay here
If I just lay here
Would you lie with me
And just forget the world?

I don't quite know
How to say
How I feel

Those three words
Are said too much
They're not enough

If I lay here
If I just lay here
Would you lie with me
And just forget the world?

Forget what we're told
Before we get too old
Show me a garden
That's bursting into life

Let's waste time
Chasing cars
Around our heads

I need your grace
To remind me
To find my own

If I lay here
If I just lay here
Would you lie with me
And just forget the world?

Forget what we're told
Before we get too old
Show me a garden
That's bursting into life

All that I am
All that I ever was
Is here in your perfect eyes
They're all I can see

I don't know where
Confused about how as well
Just know that these things
Will never change for us at all

If I lay here
If I just lay here
Would you lie with me
And just forget the world?

14 Ocak 2010 Perşembe

vampir hikayelerim

twilight ve trueblood'dan sonra biraz vampir sevdalısı olduğum doğrudur. her ne kadar new moon beni türk filmivariliğiyle hayal kırıklığına uğratmış da olsa, true blood izlerken gerçekten ay şurda bir vampir olsa falan diye düşündüğüm baya gerçek.sonsuz aşk gibi bir takıntım yok ama fena mı olurdu şöyle 22-23 yaşlarında sabitlenmiş, taş gibi bir vampir, yüzyıllarca yaşamış olmanın verdiği tecrübe ve olgunluk, hevesini almışlık, kendini sana adamak ve sonsuza kadar seni sevmek için hazır bir kalp. (kalpleri durmuş hem gayet stabil) trueblooddaki eric falan kadar yakışıklı olucaksa hele hiç düşünmem heralde, direk sonsuza kadar 'his' olurum. birinin olunca seni kimse ısıramıyor kanını başka kimse içemiyor işte. her ne kadar bu aleme daldığında tuhaf yaratıklar, kendini tanrıça sanan manyaklar, iğrenç seanslar falan da olsa evet vampirler son zamanlardaki favorim kesinlikle. twilight serisini 2 haftada okudum ve neredeyse her gece ya ben vampirdim ya etrafımdakiler. baya eğlenceli rüyalar oluyordu bunlar çünkü heyecan aksiyon bitmiyor sürekli bir koşuşturmaca. twilight hevesim çok çabuk geçti ama trueblood'ın 3. sezonunu ağır heyecanla bekliyorum. gerçi 2 sezonu arka arkaya istediğimiz kadar izlemiştik, şimdi haftada bir bölüm temposunu kabullenebilecek miyim bilmiyorum ama olsun, gelsin.
trueblood şöyle ki, vampirler kendilerini açıklıyor ve halkın içine karışmak istiyorlar. insan kanı içmiyorlar ve onlar için üretilmiş trueblood (0rh+,ABrh- ve daha nicesi, her türlüsü mevcut) içeceğiyle besleniyorlar. hepsi değil tabii ki, izole ve vampirliğe yakışır şekilde yaşamlarına devam eden bizim 'kötü' diye nitelendirebileceğimiz vampirler de var. bkz. seksi eric ve ekibi. fakat yalnızca vampirler değil, sam gibi şekil değiştiriciler, mariann gibi çakma tanrıça yaratıklar falan da var bu alemde. bir de sevimli garson kızımız var sookie, 100küsur yaşındaki iyi kalpli vampirimiz bill ile aşk yaşıyorlar, fotoğrafta görünen çiftimiz. çok fazla detay vermek istemem, yanlışlıkla okunur falan. herkes izlesin, herkes vampir sevdalısı olsun, arkadaşlarını ısırsın çok eğlenceli olur. haziran gibi 3. sezon başlayacak sanırım.

11 Ocak 2010 Pazartesi

çocukluk.

ecem özcan, dilara sofioğlu, destine bayramoğlu ve gökhan arslangiray. elbette büşra, diğer gökhan, gül, pınar eksik, çok da eksik ama şu fotoğraf ne çok anıyı özetliyor aslında. ben değildim gerçi o yıllarda ama, gökhanımın başında pervane kızlar çok da şaşırılası bir durum değildir hani. sonra esas benim gözbebeğim oldu, çocukluk aşkı diye buna derim ya ben, ben taptım en çok ona. ufacık, yemyeşil gözleri vardır gökhanımın. 8-9 yaşlarında düşmanken de, 10-11 yaşında sırdaşken de, 12-16 yaşlarında aşkken de hep bayıldım gözlerine. hala bayılırım, kim bayılmaz ki. doğum günüydü o gün. 24 ağustos 1988, benim için en özel günlerden biridir onun doğum günü. arka bahçelerimizi ayıran ufak duvar dışında hiçbir engel yoktu bütünlüğümüzde. biz hep yakındık onunla. hala yakınız, hep yakın olucaz hatta. balözü onunla anlam kazandı bende. -35, dilara ben. çok şeyi vardır unutulmayan, o duvarın üstünden elini ayağını kullanmadan uçması, bir hareketle kişilik değiştirmesi, beni ön bahçede bırakıp arka bahçeden deparla bir anda önüme çıkması falan. hala yapar kondisyonu yetse de, büyüdük be biraz. dilara ve ecem aşıktı ona sanırım bu fotoğraf çekildiğinde. ne gün. şimdi hep beraberiz yine, ama çok da farklıyız o günlerden. dilara sakarya'da şimdi. üst komşum değil çoğu zaman. büşra burada ama o da hayatın karmaşasında. ecem apartmandan taşındı taşınalı eskisi gibi değil hiçbirşey.. gökhan.. o hep burda. değişti, büyüdü ama benim için hep aynı. ilk aşkım, en iyi arkadaşım, en eski sırdaşım. bir de hep aynı yumuşak omuz. ben ağlarım o gözyaşımı siler, ben gülerim o benden de çok güler. bu fotoğrafı da o atmıştı bana, gülelim diye. e güldük, özledik. napsak..

an amazing song

8 Ocak 2010 Cuma

alkol vs. prof

ya şimdi fena mı olurdu kumkapı'da rakı sofrası? ya da yucca'da bira-patates de olabilir kuşadası'na gidebilirsem. taksim'de kb nin bütün saçma içkilerinden birer tane içip önünü görmemek de cazip aslında. ya da şık bir yerde karşında yakışıklı, şık bir adamla kırmızı şarap içmek. evet kesinlikle alkolüm geldi. ama öyle böyle değil hani baya sağlam. hani ertesi gün baş ağrısından yatağa çakılıcak kadar. tamam o kadar değil o çekilmez şimdi. pazartesi son quarter ım var. yani umarım son. çünkü eğer ocak prof'unu geçemezsem devamsızlığım benimle dalga geçmek için pusuda bekliyor, bütün bahar derse gitmek zorunda kalıcam falan, büyük sıkıntı. mrs ap. prof'u verebileceğimi, vermem gerektiğini düşünüyor. içimdeki yazarlıktan dolayı tabi, bilmiyor ki hafıza sıfır, kelime öğrenemiyorum. bir yandan irregular olma korkusu, bir yandan bir dönem daha bu eziyet çekilmez bunun bilinci. şimdi gel de sarhoş olmak isteme hayata bak yahu. git gel git gel. tiyatro da finaller yüzünden ara vermiş durumda, amacım yok resmen. tiyatro varken en azından ders çıkışı mükemmel bir bahane oluyordu okulda olmak için. şimdi o da yok. offff!!! yarın gece taksimde olucaz, içicez falan da, ptesi sınava kim giricek? ben. sorumluluk sahibi olmayı ilkokulda bırakmış tembel kim? ben. kafayı yemişim ben. 20 yaşıma gelmişim, hala 7 yaşımda kalmaya çalışıyormuşum ben. biri tutup beni silkeleseymiş. elimden kolumdan bağlayıp azıcık mantık yükleseymiş. neyseymiş. alkolmüş. kendimi rakı sofrasında prof. hazırlığı yaparken hayal ettim şuan. çok güldüm yahu

insanlar mutsuz.

oysa ne güzel başlamıştım ben güne. dünden iyice dinlenmiş, uykusunu almış, sabah kahvesini içmiş, havanın o sert soğuktan ılığa geçişiyle mutlu olmuş neşeli bir kız olarak çıktım bugün hisarüstü yollarına. ama bugün karşıma çıkan herkes mutsuzdu neredeyse.. yolda kaza olmuştu, insanlar bağırışıyordu birbirine. küçücük bir kız çocuğu annesine isyan ediyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu kadıköyde. metrobüste asıl suratlı 90 kişi gördüğüme yemin edebilirim.. okul yine aynıydı da, çıktık canerle, shuttle şöförü mutsuz, markete girdik kasiyer mutsuz. bakkalın kapısında kafayı yemiş bir adam, belli ki hayattan tokatı fena yemiş, kendine gelememiş. dorm a girdik, ziyaretçi kartımı veren amca hayattan bezmiş. beşiktaş a geçerken bir sürü dalgın insan gördüm etrafımda. tadım kaçtı hem de fena kaçtı. sabahki neşemden, heyecanımdan eser yoktu şimdi. vapurda tam karışma dünyalar tatlısı tonton bir amca. masmavi boncuk gözleri vardı, içi ışıl ışıldı güzel gözlerinin ama derinlikleri kapkaraydı sanki. bir kaç dakika önce korkunç bir haber almış gibi bir hali vardı yüzü bembeyaz, dudakları sımsıkı kapalıydı. uzunca süre gözgöze geldik tatlı amcayla. içim acıdı. o da mutsuzdu çünkü. düşündüm, bugün mutlu bir insan gördüm mü diye. emin olamadım. amcanın hüznü beni ele geçirdi, zaten denizdeydim, vapurlar canımı yakıyor uzun zamandır. ebrumu hatırlatıyor bana, onun acısını. iyice sinirlerim bozuldu. gözlerimin dolduğunu hissediyordum amcaya bakarken. o da farketmiş olacak ki gülümsedi bana kırgın gözleriyle. yapma kızım der gibi. ben de ona gülümsedim ama benim ki de buruk bir gülüştü. acısını paylaştım sessizce. amcanın yanında oturan kız hüzünlüydü. kolera günlerinde aşk ı okuyordu, o da mutsuz görünüyordu. rıhtımda serhat karşıladı beni. allahtan o mutluydu bugün. biraz neşe geldi günüme. sonra birbirinden tatlı arkadaşlarıyla oturduk. keyfim yerine gelmişti. ama evde de anneciğimi canı sıkkın buldum. anladım, bugün mutsuz bir gün. anladım bugün olumlu birşey yok hayatta. kim bilir, yarın da mutsuz olucaktır belki insanlarımız. işlerini sevmiyorlardır çünkü, üç kuruşa bütün gün eşek gibi çalışmaktan bıkmışlardır. baktıkları her yerde karşılarına çıkan korkunç inşaatlar içlerini sıkmıştır. milyonlarca kanser hastasından biri de onların en yakınındakilerdendir. değişen dünya onlara da fena koymuştur. belki bu mutluluğu hakeden insanlar hep mutsuz kalıcaktır. çok kızgınım bugün dünyaya. yazık insanlarıma. yazık o tatlı tonton amcaya. keşke o ana dönebilsem.. amcaya gidip neyin var amcacım, üzülme diyebilsem. kendimi suçlu hissediyorum bakışları akılma geldikçe. yardıma ihtiyacı vardı sanki. neyse, edemedim. kendime de hayrım yok ki benim. yarın huzurevine falan gitmek istiyorum, ulaşabildiğim kadar yalnız ya da mutsuz insana ulaşıp, azıcık da olsa dünyada güzellik kaldığını göstermek, değerli olduklarını hatırlatmak istiyorum. ya da minik öksüz bir bebeği kucağıma alıp onu okşamak, ileride ne kadar çirkin bir dünyayla tanışıcağını söyleyip onu uyarmak istiyorum. ya da hiç olmazsa balözüne gidip biraz içimi dökmek istiyorum. bu böyle olmaz, bütün bu insanlar mutsuz kalmamalı.