29 Mayıs 2010 Cumartesi

sports fest

aylardır beklediğimiz, hayalini kurup heyecanlandığımız, gelmez sandığımız sports fest geldi, rüzgar gibi geçti ve bitti bile. güzel şeyler mi çabuk biter, çabuk biten şeyler mi güzeldir pek karar veremediğimden, böyle bir tanım yapmaya çabalamayacağım haliyle. (bu tartışmayı ben yaratmış da olsam, çabuk biten şeyler güzeldir savını daha çok desteklediğim doğrudur.)

18 mayıs günü, heyecanlı bir şekilde (geciken) shuttle'mızı beklerken, son kontrolleri yapıyorduk kafamızda. şansımıza, torpilimize, artık ne denirse, hollandalı wageningen üniversitesinin su topu takımını bekliyorduk iki guide, meltem ve ben. böylesi zorlu, sorumluluk ve iletişim isteyen bir işte tanıdık biriyle olmanın çok büyük avantaj olduğunu baştan beri biliyorduk tabii. birbirimize kıyak geçebilecektik, birbirimizi idare edebilecektik ve sıkıntısız bir hafta geçirecektik. dakka bir gol bir misali shuttle ın gecikmesi canımızı sıktı çünkü mahcup oluyorduk takıma, hele telefonum çaldığında ve canım kaptanım (o zaman adını bile bilmiyordum) biz geldik, neredesiniz diye sorduğunda utançtan yerin dibine geçmedim değil. trafikle cebelleşirken, bir de sk dan gelen telefon üzerine alman takımının da guide sız bir şekilde başı boş havaalanında beklediğini öğrendim. onlarla ilgilenmem istendi, başlarında bekleyecektim. böylece havaalanına vardığımızda takımımla bir iki dakikalık bir kısa tanışmadan sonra onları meltemle yollayarak alman yüzücülerimin yanlarına çöktüm. uzun bekleyişimizde epeyce bir kaynaştık haliyle, 20 kişilik kızlı erkekli çok sevimli bir gruptu alman yüzücüler. yine bekleyişimiz esnasında bir telefon da italyanların guideından geldi, onlar da inmiş, bekleyeni yokmuş. böylece onları da yatıştırmak bana düştü.. italyan voleybolcular onların guideları olmadığımı duyunca biraz hayal kırıklığına uğradılar ama sonradan guidelarını çok sevdiklerini de biliyorum..
böylece uzun bekleyişimizden sonra bir shuttle da bizi okulumuza götürdü ve ben de almanları esas sahiplerine teslim ederek taksim'e uçmak isteyen takımımın ve meltem'in yanına gittim. ilk geceden taksim, alkol, parti, takım baya hevesliydi herşeye.. her geçen dakika daha bir kaynaştık takımımızla. şansımıza, hepsi iyi, eğlenceli, anlaşması kolay, uyumlu ve sempatik insanlardı. bize hiç zorluk çıkarmadılar, çıkarmaları çok mümkün olan yerlerde bile.. ne desek uydular, neredeyse hiç ekstra talepte bulunmadılar.
ilk gece bronx merdiveninin azizliğine uğrayıp ayak bileğimi mükemmel bir ustalıkla burkuşumdan sonra yürüyemediğimde, beni sırtlarında taşıdılar, kızlarım ayağıma bandajımı yaptılar, benim guideım oldular resmen.. her gün her gece beraber oldukça birbirimize tahammülümüz azalacağına, arkadaş olmayı başardık biz, beraber çok eğlenmeye başladık. bir jens'imiz vardı mesela, sanırım dünyanın en komik adamı olabilir. ama bir o kadar da derindi, gözlerim dolduğunda ilk o koştu yanıma, kolunu atıp omzuma o sakinleştirdi beni. bj de aynıydı, ağlamamızı hiç istemedi, türlü şebeklikler yaptı güldürebilmek için.. bir de kaptanım vardı guido, son gün gözünü yarmasıyla hastaneye götürdüm onu, orada karnı acıktı diye yemek aldığımda bana çok iyi olduğumu söyleyip bir baktı ki, bakışındaki teşekkürü anlamamak için embesil olmak gerekirdi. oradaki stresimle arka arkaya götürdüğüm 3 brownie intense üzerine bana dönüp, sen tam bir bağımlısın dedi ve sana bir torba dolusu çikolata alacağım dedi. ama bunu öyle bir içtenlikle, öyle bir tatlılıkla söyledi ki o yaralı gözüyle, ben yine ağlamaya başladım. sinirlerim harap olmuştu hastanede, sk'nın ilgisizliği, orada yapayalnız olmam ve guido'ya baktıkça kanlı bir göz görmem, pek yardımcı olmuyordu. o günün bitmesini istiyordum artık, rahatlamak..
her gün havuzda yüzüp sutopu oynayarak eğlenmemizin, bütün günü takımımızla geçirmeyi iş değil zevk olarak görüp bundan hiç şikayet etmememizin, çılgınlar gibi gülüp en olumsuz şeylerde bile mutlu olmamızın bedelini son iki gün ödedik. biri hastane olayıydı, diğeri ise dönüş rezaleti. 6da kapıdan bizi alacağı söylenen shuttle'dan eser yoktu, arayıp nerede diye sorduğumuzda da size shuttle falan yok tarzı cevaplar ve hatta açılmayan telefonlar bulduk karşımızda. başınızın çaresine bakın dediler bize, bizim sorumluluğumuzmuş gibi. biz guide olurken aynı zamanda ulaşımcı, infocu, supervizör ve hatta organizatör olacağımızı bilmiyorduk tabii, ama işlerine geldi herşeyi üzerimize yıkmak. herkesin kıçında pireler uçuşurken, cebimizde 5 kuruş olmadan boğaziçi'nden sabiha gökçen'e nasıl gideriz onun hesabını yapmaya çalışıyordum ağlaya ağlaya. yoldan geçen otobüslere yalvarmak zorunda kaldık, halimize acıyan servis şöförlerinin yardımıyla gittik havaalanına ama, bir nasıl gittiniz diye bile sormadı bu rezaletin sorumluları. benim canım takımımsa, tüm yol ağlayan guidelarını teselli ediyordu, iyi iş çıkardın diyordu, hala teşekkür ediyordu başına gelen onca talihsizliğe rağmen. ben bu kadar tatlı insanlar görmedim hayatımda, bize aldıkları birer şişe şarap, benim bir torba dolusu brownie intense'im, bj'imin bana verdiği holland tişörtü, çektiğimiz yüzlerce eğlenceli fotoğraf, mesajları ve dostlukları cebimizde, yaşlı gözlerle vedalaştık. kim derdi ki bir haftadır tanıdığın insanlarla ayrılmak bu kadar zor olacak, oldu işte. onlara el sallayıp arkamızı döndüğümüz an hıçkırmaya başladık meltem'le, histerik kahkahalarımız durmayan gözyaşlarına karıştı, saniyesinde özlemeye başlamıştık bizimkileri..
anlatsak inanmazlar, yerde yattığımız, çikolatayla beslendiğimiz, toplamda 15 saat uyumadığımız o 1 hafta hayatımızın belki de en güzel haftasıydı. tanıdığımız insanlar, geçirdiğimiz vakitler çok değerliydi. boğaziçi'nin en köklü kulüplerinden sk'ya yakışmayan rezaletlere rağmen unutulmaz anılarla doluydu bu sf. herşeye rağmen şanslıydık, takımımızla iletişimimiz mükemmeldi çünkü. bir daha guide olmak? bu umarsız kadroyla çok zor.. ama sf? her zaman..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

söylemeden edemicem..