uzun zaman olmuş değil mi? en son çürük elmalarımdan bahsediyormuşum aylar önce. ne saçma.
kendinizden sıkılmıyor musunuz bazen siz de? hani ne diyorum ben, kapasam ya şu çenemi gibi..
bu gece kendime eziyet günüm. sek viski içmiyordum hayatıma red bull girdiğinden beri. bu gece sek viski içip, viskiden daha sert fikret kızılok şarkılarını uygun gördüm kendime. bir iki sene öncesine selam gönderirken biraz acı çekmeyi hak ettim bu gece.
her zamanki gibi deniz'i özledim. charlie'nin melekleri vardı, onun en sevdiği "tam gaz". lucy'sine bayılırdı. his lucy. andım, "rahmet" diledim, anlamını bile bilmiyorum. sonra da kendime güldüm ne rahmeti, konuş onunla dedim biraz konuştum. o gittiğinden beri izliyor ise beni, hep diyorum, katıla katıla gülüyordur.
konu deniz değildi bu akşam. yine de ne zaman mutsuz olsam sanki onu katlamak zorundaymışım gibi beni mutsuz eden her şeyi önüme koyarım. deniz'in yokluğu onlardan biri.
kaan'ı özledim. hatta kaanları. herkesin gülüp dalga geçtiği bir şey belki ama, kalbini delik deşik etmiş olaylarla dalga geçmemeliler bence. düşünsenize, birini geride bırakırken aslında kaç kişi bırakmış oluyorsunuz? yıllar önce en iyi arkadaşımdan vazgeçmiştim.
bugün, vazgeçmiyorum da, en iyi arkadaşım beni umutsuz birine dönüştürüyor. ben ve umutsuzluk? komik, çünkü kendimde bulacağım en son özellik derdim herhalde. hayalperesttim baya, özgür ruhlu falan. kendimi kandırdığım milyon noktadan yalnızca biri.dövmemi biliyor musunuz? dövmemi sevmiyorum bir kaç gündür. ilk dövmemi yani, hani asıl aşık olduğum dövmem. sahte geliyor bana biraz. aslında ne kadar da beni anlatıyordu. eskiden.
"rüya bütün çektiğimiz" şimdi iki parça can'ı dinliyorum, neden, çünkü ayvalık'ta biz onu dinlerdik. çünkü hayatımın en mutlu anıydı. "bilmezler nasıl aradık birbirimizi" mi daha iyi şuan, yoksa "iki yitik hasret" mi? yemin ederim sarhoş değilim.
alkolden değil, kafam bu şekilde. gidiyor geliyor, birilerine dalıyor, bir yerlerde buluyorum kendimi. bir anda amsterdam'da bir evlenme teklifi ediyorum, bir anda ortaokulda sınıf arkadaşımı tokatlıyorum. amcamın cenazesindeyim, sonra yedinci doğum günümde. bir ara balıkesirde düğünde gibiydim, şimdi uludağda titreyerek ağlayarak otelden kaçıyorum.
yaşanmışlık ne kadar çoksa, kendinden o kadar uzaklaşıyorsun. birinde ne kadar kaybolduysan, bir daha sen i bulman o kadar imkansız. ben en son ne zaman kendimdeydim, ne zaman onun içinde kayboldum, bilmiyorum. bildiğim, dengem bozuluyor o uzaktayken. ve o çok uzun zamandır çok uzakta. ondan başka kimsem yok konu "o" ise. annem bile yok. anneme sarılıp ağlamak istediğim anlarda balkona çıkıp kendimi sakinleştirmek zorundayım. çünkü annem ondan bahsedemiyor bile.
neyse ki bellek yeni iyi arkadaşım. dönüp dönüp eskiyle konuşuyorum. artık aramızda olmayanların hayalleriyle konuşuyorum, şimdi yanımda olmayanın hayaliyle.
umarım bu yazdıklarımı kimse okumaz, yarın sabahki destine dışında.
2 Eylül 2013 Pazartesi
28 Mart 2013 Perşembe
bir sepet elma
geçen gün düşünürken bu metafor geldi aklıma, "bir sepet elma". ne için? yolumuza devam ederken yanımızda taşıdıklarımız için..
ailenden herkes birer kırmızı elma. arkadaşların da öyle. sepetinin içinde tutuyorsun onları, hepsi senin için çok değerli çünkü gitmen gereken uzun bir yol var ve biliyorsun, o yolda yalnız olmamalısın, aç kalmamalısın. hepsine tek tek ihtiyacın olacak.
ne kadar ağır olduğu önemli değil sepetinin. yük gibi görmüyorsun onları. omuzların ağrısa da kolların kopsa da taşırsın sonuna kadar, sonsuza kadar çünkü onlar senin için değerli, çünkü sen onlara muhtaçsın.
ağır diye bir elmayı çıkarıp yolun kenarına atmazsın. asla da atmazsın. durur dinlenirsin, gerekirse yolundan saparsın geç kalırsın ama vazgeçmezsin. ne zaman bir elmayı yolun kenarında bırakırsın peki?
"ben bu soruya şöyle bir cevap getirdim. çürüdükleri ve diğer elmaları da çürüme tehlikesine soktukları zaman."
ne demek bu? neden çürüsün ki durup dururken o değerli elmalar? bilmem.. belki bir kurt vardır o elmayı içten içe kemiren, dıştan hiç görmemişsindir sepetine alırken. belki elma zamanla kurduna yenilmiştir ve çürümüştür.. bilemem.. belki o çürüyenden bile vazgeçemezsin de, elinde tutarsın, cebine atarsın..
peki çürük elma sana zarar vermekten vaz geçer mi? yapar mı bunu? kurdunu kabuğunun dışına kovabilir mi? sanırım en çok burada kalbimi kırdı metaforum. çünkü çürüyen bir elma bir daha sağlıklı bir elma olamaz. sağlıklı elmaları da tehdit eder. taşıyana da tehlike yaratır.
yolun kenarında bırakmalı o elmayı, işte tam o zaman. sırtın ağrıdığında değil. yorulduğunda hiç değil.. o çürüdüğünde. için rahat olmalı o zaman, sen sonuna kadar taşıdın diye..
isteriz ki sepetimiz gittikçe ağırlaşsın. dostlar aile olsun, arkadaşlar dost. herkes temiz olsun, kan kırmızı olsun, taptaze, ilk günkü gibi dursun.
ama zaten hayatta ne tam olarak istediğimiz gibi gidiyor ki?..
ailenden herkes birer kırmızı elma. arkadaşların da öyle. sepetinin içinde tutuyorsun onları, hepsi senin için çok değerli çünkü gitmen gereken uzun bir yol var ve biliyorsun, o yolda yalnız olmamalısın, aç kalmamalısın. hepsine tek tek ihtiyacın olacak.
ne kadar ağır olduğu önemli değil sepetinin. yük gibi görmüyorsun onları. omuzların ağrısa da kolların kopsa da taşırsın sonuna kadar, sonsuza kadar çünkü onlar senin için değerli, çünkü sen onlara muhtaçsın.
ağır diye bir elmayı çıkarıp yolun kenarına atmazsın. asla da atmazsın. durur dinlenirsin, gerekirse yolundan saparsın geç kalırsın ama vazgeçmezsin. ne zaman bir elmayı yolun kenarında bırakırsın peki?
"ben bu soruya şöyle bir cevap getirdim. çürüdükleri ve diğer elmaları da çürüme tehlikesine soktukları zaman."
ne demek bu? neden çürüsün ki durup dururken o değerli elmalar? bilmem.. belki bir kurt vardır o elmayı içten içe kemiren, dıştan hiç görmemişsindir sepetine alırken. belki elma zamanla kurduna yenilmiştir ve çürümüştür.. bilemem.. belki o çürüyenden bile vazgeçemezsin de, elinde tutarsın, cebine atarsın..
peki çürük elma sana zarar vermekten vaz geçer mi? yapar mı bunu? kurdunu kabuğunun dışına kovabilir mi? sanırım en çok burada kalbimi kırdı metaforum. çünkü çürüyen bir elma bir daha sağlıklı bir elma olamaz. sağlıklı elmaları da tehdit eder. taşıyana da tehlike yaratır.
yolun kenarında bırakmalı o elmayı, işte tam o zaman. sırtın ağrıdığında değil. yorulduğunda hiç değil.. o çürüdüğünde. için rahat olmalı o zaman, sen sonuna kadar taşıdın diye..
isteriz ki sepetimiz gittikçe ağırlaşsın. dostlar aile olsun, arkadaşlar dost. herkes temiz olsun, kan kırmızı olsun, taptaze, ilk günkü gibi dursun.
ama zaten hayatta ne tam olarak istediğimiz gibi gidiyor ki?..
7 Mart 2013 Perşembe
prenses ve kötü kraliçe
Çok emin değilim, ilk 10 sene çok net olmadığından tabii, ama hayatım boyunca bazı şeylere hiç prim vermediğime inanıyorum. Kötü niyet gibi. Kötü niyetlilerden olduğum bir tek gün yok mesela, hep ya iyi düşündüm, ya hiç düşünmemeye çalıştım. Bu konularda bir kızdan çok erkeğe benzerim mesela, birine imada bulunmam çoğu zaman. O kadar açık söylerim ki karşımdaki açıklığıma şaşırır. O yüzden arkadan iş çevirmek, birilerini çekiştirmek, başkalarını doldurmak, "saman altından su yürütmek" kısaca, hiç bana göre olmayan şeyler. Çoğu kıza yakışır ya, "sahte" sevgiler, sahte arkadaşlıklar, ne istediğini söyleyemeyen, ancak iş çevirerek elde eden insanlar, bana hiç uymazkar, hiç hiç bana göre değiller.
Bu sebepten bazen çok yalnız hissettiğim doğru. Kendimi birilerine kanıtlama güdüm doğuştan noksan olduğu için, "kim ne düşünürse düşünsün, ben kendimi bildikten sonra önemli değil" kafasındayım hep. Bu insana huzur verir mesela. Bir düşünün, kıskanç, fesat insanlar huzurlu olamaz. Hep kuran, hep karşısındakinin hareketlerinin altında başka şeyler, fazla şeyler arayan insanlar huzurlu yaşayamaz, huzurlu uyuyamaz. Ben hep rahat uyurum, kafamda o tilkiler hiç gezinmedi benim. Ha, sinsi değilim diye saf olduğumu da söylemiyorum tabii ki. Hiç saf değilim hem de, çok zordur beni kandırmak. Kanmış gibi yaparım, muhatap olmadığım için. Ciddiye almadığım için, önemsemediğim için. Karşımda önemsediğim biri varsa ancak onun için uğraşırım, değdiğine inanıyorsam. Çoğu zaman yanıldım ama, denedim en azından bunu.
Anlayamadığım, büyük bir özgürlükle kutsanmışken insanların neden bundan faydalanmadıkları.. Birini sevmeme özgürlüğüne sahibiz hepimiz. Düşünsenize, kimse HİÇ BİRİNİ sevmek zorunda değil. Zorunda değiliz! Sevmeyebiliriz.. Peki, ne sebep oluyor özgürlüğünüzü unutmanıza? Ne sebep oluyor sevmediğiniz insanlara sahte gülücükler dağıtmanıza, sahte sevgi sözcükleri kurmanıza? Benliğiniz hiç dürtmüyor mu sizi, "özgürsün sen, istediğin gibi davranabilirsin!" demiyor mu vicdanınız sizin? Yoksa sizde doğuştan noksan olan erdemler benlik sahibi olmak, vicdan sahibi olmak gibi hayati şeyler mi?
Saf değilim dedim ama, bir konuda çok safım. Bir gün mutlaka fesatlığın kaybedeceğine, iyiliğin, iyi niyetin, açıklığın, dobralığın kazanacağına çok içten inanıyorum. Hala, saf gibi inanıyorum. Beni bu inancımdan uzaklaştırmaya çalışan herkese, her şeye rağmen inanmaya hep devam ediyorum. Kötü kraliçe hep kötü hamleler yapıyor, ben pamuk prenses gibi, iyiliğe tutunuyorum. İçimdeki en büyük korku belki, bir gün o acıdığım, iğrendiğim insanların kapıldığı duygulara kapılmak. Onlara benzemekten ödüm kopuyor.. Bugüne kadar benzemedim, benzemediğim için de kabul edemediler bir türlü, kendileri gibi kötü olanları kabul edebilir ancak kötü olanlar. Ama hala, yakışıklı prensiyle sonsuza kadar mutlu yaşayan pamuk prenses masalı var benim hafızamda. Hiç birine istediğini verip kötü olmaya niyetim yok asla..
Bu sebepten bazen çok yalnız hissettiğim doğru. Kendimi birilerine kanıtlama güdüm doğuştan noksan olduğu için, "kim ne düşünürse düşünsün, ben kendimi bildikten sonra önemli değil" kafasındayım hep. Bu insana huzur verir mesela. Bir düşünün, kıskanç, fesat insanlar huzurlu olamaz. Hep kuran, hep karşısındakinin hareketlerinin altında başka şeyler, fazla şeyler arayan insanlar huzurlu yaşayamaz, huzurlu uyuyamaz. Ben hep rahat uyurum, kafamda o tilkiler hiç gezinmedi benim. Ha, sinsi değilim diye saf olduğumu da söylemiyorum tabii ki. Hiç saf değilim hem de, çok zordur beni kandırmak. Kanmış gibi yaparım, muhatap olmadığım için. Ciddiye almadığım için, önemsemediğim için. Karşımda önemsediğim biri varsa ancak onun için uğraşırım, değdiğine inanıyorsam. Çoğu zaman yanıldım ama, denedim en azından bunu.
Anlayamadığım, büyük bir özgürlükle kutsanmışken insanların neden bundan faydalanmadıkları.. Birini sevmeme özgürlüğüne sahibiz hepimiz. Düşünsenize, kimse HİÇ BİRİNİ sevmek zorunda değil. Zorunda değiliz! Sevmeyebiliriz.. Peki, ne sebep oluyor özgürlüğünüzü unutmanıza? Ne sebep oluyor sevmediğiniz insanlara sahte gülücükler dağıtmanıza, sahte sevgi sözcükleri kurmanıza? Benliğiniz hiç dürtmüyor mu sizi, "özgürsün sen, istediğin gibi davranabilirsin!" demiyor mu vicdanınız sizin? Yoksa sizde doğuştan noksan olan erdemler benlik sahibi olmak, vicdan sahibi olmak gibi hayati şeyler mi?
Saf değilim dedim ama, bir konuda çok safım. Bir gün mutlaka fesatlığın kaybedeceğine, iyiliğin, iyi niyetin, açıklığın, dobralığın kazanacağına çok içten inanıyorum. Hala, saf gibi inanıyorum. Beni bu inancımdan uzaklaştırmaya çalışan herkese, her şeye rağmen inanmaya hep devam ediyorum. Kötü kraliçe hep kötü hamleler yapıyor, ben pamuk prenses gibi, iyiliğe tutunuyorum. İçimdeki en büyük korku belki, bir gün o acıdığım, iğrendiğim insanların kapıldığı duygulara kapılmak. Onlara benzemekten ödüm kopuyor.. Bugüne kadar benzemedim, benzemediğim için de kabul edemediler bir türlü, kendileri gibi kötü olanları kabul edebilir ancak kötü olanlar. Ama hala, yakışıklı prensiyle sonsuza kadar mutlu yaşayan pamuk prenses masalı var benim hafızamda. Hiç birine istediğini verip kötü olmaya niyetim yok asla..
3 Şubat 2013 Pazar
Deniz
Kimseye anlatamadıklarımı geceleri sana anlatıyorum uykumda.
Nasılsa yargılayamazsın. Yapabilseydin bile yapmazdın hem.
Uludağ'da hep aklımdaydın, bir keresinde burnunu kırmıştın çünkü orada.
Keşke kendine verdiğin zarar kırık burnunla kalsaydı. Keşke Abant Parke'nin oradaki ağacı yerinden söken araba senin kullandığın olmasaydı.
Kısacası yine diyorum, keşke burada olsaydın.
Seni çok özlüyorum ve kime nasıl ne anlatılır bilmiyorum. İnsanlar anneleri babaları için üzülüyor, ben her yerde hala seni görüyorum. Bir şey yap, uykuma gel sabahıma gel ama gel, bir konuşalım. İçimi açmadan ilerleyemeyeceğim daha.
Nasılsa yargılayamazsın. Yapabilseydin bile yapmazdın hem.
Uludağ'da hep aklımdaydın, bir keresinde burnunu kırmıştın çünkü orada.
Keşke kendine verdiğin zarar kırık burnunla kalsaydı. Keşke Abant Parke'nin oradaki ağacı yerinden söken araba senin kullandığın olmasaydı.
Kısacası yine diyorum, keşke burada olsaydın.
Seni çok özlüyorum ve kime nasıl ne anlatılır bilmiyorum. İnsanlar anneleri babaları için üzülüyor, ben her yerde hala seni görüyorum. Bir şey yap, uykuma gel sabahıma gel ama gel, bir konuşalım. İçimi açmadan ilerleyemeyeceğim daha.
10 Ocak 2013 Perşembe
Boğaziçi'nin beyazı
Kar ve Boğaziçi kelimeleri bende ne uyandırsın, heryerin karla kaplandığı bir Ocak günü Hisarüstü'nde kalmış, yokuşlardan 5 kere düşerek tırmanıp okula varmış ve proficiency'e girmiş bir kız imgesi. Ben. Çirkin Kuzey Kampüs'ü bile güzelleştiren bembeyaz pamuk. New Hall binası. Otobüs durağınıın oradaki geniş bahçeli evin önündeki peyzaj harikası ağaç. (unutmayıp Kaan'a sormalı o ağacın adını.)
4 sene. Boğaziçi öğrencisi olduğum 4 sene. İstanbul'a kar yağan 4 kış. Karda okul çevresinde olduğum oran 3/4. Kendi zekamdan şüphe duyma sebebim, Güney Kampüs'e hiç inmememiş olmam bu 3 senede. Bugün işletme finalim orada olmasaydı inmeyecektim de yine. Mecburiyetten indim güneye, hayranlıkla, mutlulukla ağlayacak haldeydim en son.
Umrumda değil, bütün laflarımı da yutarım, koyacağım bir sürü fotoğraf. Çünkü tekrar ediyorum, ben hayatımda böyle güzel bir şey görmedim. Annemin yemekleriydi, anneannemin ninnisi, babamın sarılması, kardeşimi öpmek, sevgilime kavuşmak, en yakın arkadaşın omzunda ağlamak, istediğim liseyi kazanmak, martı olmaktı. Bütün mutluluklarımdı. Manzara, Kennedy Lodge özellikle, kalbim bir ara kendi kendine dolaştı oralarda, hatırlamıyorum ne gördü ne hatırladı.
Doğa ana bana kıyak geçti bugün. Boğaz'ın en beyaz mavisini, Boğaz'ın en güzel noktasından izletti. Dünyada kötü kimse yoktu, kötü hiç bir şey yoktu. Ölüm yoktu ayrılık yoktu finaller de yoktu. Beyaz koku vardı, pamuk mutluluk vardı, sımsıcak buz vardı. Kalp dolusu heyecan, kalbe sığmayacak coşku vardı. Kendimi bir yerlere bırakıp karlar okulu terkedene kadar orda kalmak istedim.
Ayaklarım çok üşüdü ama. Ellerim ve burnum da. Ben hep çok üşürüm zaten. Üşümesem ne güzel, sabaha kadar izlerdim bu hayatım boyunca hafızamda saklayacağım manzarayı. Olsun. Bazen memnuniyetsizliğimi tatminsizliğimi yaşatmayacak şeyler oluyor işte. Bugün onlardan biri mesela.
5 Ocak 2013 Cumartesi
eski
Ayvalık'ta bir masa, karşılıklı oturmuş ağlıyoruz. Kaybettiğimiz birinden bahsediyoruz önce, hayata veda edenlerden. Sonra hayatımızda olup mutsuz olanları anlatıyoruz. Mutsuzluklarına ağlıyoruz bir süre de. Bir de kedi var ayağımızın altında, arada itiyorum rahatsız ediyor çünkü beni.
Cunda'da bir iskele. Yanyana oturmuş şarap içiyoruz. Gitar çalıyor ben de iğrenç sesimi umursamadan eşlik ediyorum. Yakamozların gerçek hikayesini öğreniyorum sonra.
Çataltepe'nin en tepesinde güneşin doğuşunu izliyoruz. "İki Parça Can" eşlik ediyor ruhlarımıza, bu sefer huzurdan, mutluluktan ağlıyoruz.
Bir şömine var gözlerimin önünde, durmadan odun attığım üstüne. Dünyanın en mutlu bahçesine açılan beyaz bir kapı var önümde. Olmam gereken yüzlerce yer varken oradayım ben. Kapıdan çıktığım an mutluluğa adım atıyorum, geri adım atarsam oranın adı huzur. Parlıyoruz. Açamıyorum gözlerimi bitecek korkusuyla çünkü bitecek, biliyorum. Şelaleden akan su değiliz ki biz sonsuz olalım. Ya da her sabah inatla doğan güneş değiliz. Mevsim bile değiliz, gidip gidip geri gelemiyoruz. Çok sevdiğimiz bir şarkıyız biz. Hevesle, onlarca kez arka arkaya dinleyebiliyoruz önce. Seyrekleşiyor sonra. Sesini kısmaya başlıyoruz artık. Bir de eskisi gibi ona odaklanmıyoruz çalmaya başladığında. Fonda onu dinlemek güzel ama, bir elimizde telefon, bir yandan televizyon açık olsa da sorun değil şimdi.. Ve en sonunda başlıyor "geç" tuşuna basmalar. Daha güzel bir şarkı olduğundan değil, artık o şarkıyı sevmediğinden de değil. Nasılsa fonda hep çalacak diye belki, geç diyebiliyor ellerimiz. Ve şarkımızın boynu bükülüyor artık.Çalmak istemiyor, kırık kırık çalıyor arkada ama onun kırıldığının farkında değiliz biz. Şarkı işte, seviyoruz da onu, çalsın. Ya çalmazsa, demiyoruz.. Demeliyiz ama, demiyoruz işte dikkat etmiyoruz yeterince. Hep yeterince dikkat etmemekten kaybetmedik mi? Ettik. Ama bu sefer kaybetmeyeceğimizden o kadar emindik ki, kaybedebileceğimiz ihtimalini düşünmedik bile. Bu yüzden şarkımız çalmayı bıraktığında nereye savrulacağımız, ne hale düşeceğimiz, şarkıyı duymadan nasıl yaşayabileceğimiz belli değil. Değil işte.
Cunda'da bir iskele. Yanyana oturmuş şarap içiyoruz. Gitar çalıyor ben de iğrenç sesimi umursamadan eşlik ediyorum. Yakamozların gerçek hikayesini öğreniyorum sonra.
Çataltepe'nin en tepesinde güneşin doğuşunu izliyoruz. "İki Parça Can" eşlik ediyor ruhlarımıza, bu sefer huzurdan, mutluluktan ağlıyoruz.
Bir şömine var gözlerimin önünde, durmadan odun attığım üstüne. Dünyanın en mutlu bahçesine açılan beyaz bir kapı var önümde. Olmam gereken yüzlerce yer varken oradayım ben. Kapıdan çıktığım an mutluluğa adım atıyorum, geri adım atarsam oranın adı huzur. Parlıyoruz. Açamıyorum gözlerimi bitecek korkusuyla çünkü bitecek, biliyorum. Şelaleden akan su değiliz ki biz sonsuz olalım. Ya da her sabah inatla doğan güneş değiliz. Mevsim bile değiliz, gidip gidip geri gelemiyoruz. Çok sevdiğimiz bir şarkıyız biz. Hevesle, onlarca kez arka arkaya dinleyebiliyoruz önce. Seyrekleşiyor sonra. Sesini kısmaya başlıyoruz artık. Bir de eskisi gibi ona odaklanmıyoruz çalmaya başladığında. Fonda onu dinlemek güzel ama, bir elimizde telefon, bir yandan televizyon açık olsa da sorun değil şimdi.. Ve en sonunda başlıyor "geç" tuşuna basmalar. Daha güzel bir şarkı olduğundan değil, artık o şarkıyı sevmediğinden de değil. Nasılsa fonda hep çalacak diye belki, geç diyebiliyor ellerimiz. Ve şarkımızın boynu bükülüyor artık.Çalmak istemiyor, kırık kırık çalıyor arkada ama onun kırıldığının farkında değiliz biz. Şarkı işte, seviyoruz da onu, çalsın. Ya çalmazsa, demiyoruz.. Demeliyiz ama, demiyoruz işte dikkat etmiyoruz yeterince. Hep yeterince dikkat etmemekten kaybetmedik mi? Ettik. Ama bu sefer kaybetmeyeceğimizden o kadar emindik ki, kaybedebileceğimiz ihtimalini düşünmedik bile. Bu yüzden şarkımız çalmayı bıraktığında nereye savrulacağımız, ne hale düşeceğimiz, şarkıyı duymadan nasıl yaşayabileceğimiz belli değil. Değil işte.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)