başlamadan not: 2011 yazımı okudum az önce. her yıl iyi kötü bir konsept içinde yazıyorum yıl değerlendirmesi yazılarımı, geçen sene ay ay ayırmışım. bu yıl neyle, kimle başladı, neyle kimle bitiyor gibi bir konsept seçtim saniyeler içinde. bakalım, nasıl olacak..
Denizsiz başlayan ve yine onsuz biten ilk yıl 2012. Kötü bir başlangıç gibi görünebilir yıl değerlendirmesi için, fakat değil. Kabullenmeye başlıyorum yavaş yavaş. Hala arkadan ona benzettiğim birini görünce milisaniyeler için kalbim yerinden çıkmayı deniyor ama, o da alıştı artık daha çabuk oturuyor geri. Yeni yıla yine ona iyi seneler dileyemeden giriyorum ama, bu değişmedi..
Akın Sokak'taki bu yeni yuvada başlayıp bitiyor yine bu sene. Değişmeyen şeylerden. Uzuun bir süre de değişmeyecek gibi.
Çok sevdiğim bir Kaansız başladı, onsuz bitiyor. Çok sevdiğim bir başka Kaanlı başladı, onunla bitiyor. İlginç değil mi, birisi için uzun süredir hiç yokum ben, birisi içinse uzun süredir varım. Sarhoşken bunu düşünürsem şizofrenik hareketler sergilerim, o kadar ilginç bence.
Red Bullsuz başladı 2012, sonlarına doğru hayatıma girdi kendileri, iyi ki girdi, umarım 2013ü de birlikte karşılarız kendileriyle.
Yapım, kafam, duygusallığım ya da düşünce seviyem fazla değişmedi, yaşım bir tık yukarı atmış olsa da, geçen sene yine aynı koltukta oturup yazan kıza uzak hissedecek kadar büyümemişim demek. İstek, arzu, hayallerimde yine çok değişiklik yok, hala en büyük arzum uçmak.
Finallerde bir sıkıntı olmazsa önümüzdeki günlerde, senior olarak bitiriyorum 2012yi, öyle başlamamıştım oysa.. Yani artık Boğaziçi maceramızın da sonuna geliyoruz yavaştan.. Can acıtan yeni bir şey bulduk kendimize. Ama Boğaziçili olarak girdiğim yıldan yine Boğaziçili olarak çıkıyorum.
Sena için söylediklerim geçen seneden bugüne değişmedi. Onun rengi de değişmedi şükür. 2012 onunla başladı, onunla bitiyor gene. +Can'ı var ama, iyi ki de var sıpa. Cansız başlayan 2012 hem Sena'ya, hem bize Can kattı. Hadi kelime oyunum eksik olmasın.
İsimleri çok önemli değil, 2012ye başlarken "olmayanlar"sız bitiyor yine yıl. Tutarlılığımı görüp mutlu oluyorum aslında, eskisi gibi dengesiz değilim, daha az dengesizim diyelim en azından, yoksa hala 3 haziran doğumlu olmanın getirdikleri mevcut yani.
Uzun yıllardır görmediğim amcamın kaybı var 2012nin sonuna doğru yine. Görmüyordum belki ama, hayattaydı bu yıla başlarken, şimdi hayatta değil. Ne farketti denilebilir.. Ama farketti.
Bir de 2012 başlarken hayatımda olan bir sevgilim vardı. Sevgilim diyorum çünkü çok benzer durumlar ayrılık evreleri. Neyse kıssadan hisse, bir önceki maddeden ve babamın ricasından sebep bir motivasyon ile sigarayı bıraktım. 23 Kasım'da son sigaramı içtim, o günden beri içmiyorum, yani bu yıl biterken yok eski sevgilim.
Geçen sene yazdan daha ilginç bir yaz oldu bu sene, staj, üstüne sakin bir Cunda tatili, yine sakin, huzurlu bir Bozcaada gezisi. Yaş almak. Yazları kıyasladığımda yaşlanmış hissettim bir an. Bir tarafta 2011 Amsterdam'ı varken..
Galatasaray'ım ile ilgili, bu yıl başlarken de elimde kombinem her maça gitmeye çalışıyordum, yıl biterken de aynı fakat, bu sene aslanlarım Şampiyonlar Ligi'nde de heyecanlandırıyor bizi, her seferinde birbirinden güzel koreografilerle tüyleri diken diken ediyorlar, iyi ki varlar, iyi ki Galatasaraylıyım, iyi ki.
Damla'nın Barselona'ya gideceği bu yılın başında belliydi, ama şimdi gidişine 5 gün kaldı. Bizim de Ela ile yanına gitmemize bir buçuk yıl vardı, şimdi sayılı ay. Zaman 2012'de de çok hızlı geçti.
Volkan bekardı 2012ye girerken, şimdi evli. İyi mok mu yedi evlenmekle bilmiyorum. Dilara ve Büşra hala bekar, Gökhan nişanlı, eski mahallem hiç eski değil, hala evim orası, onlar hala komşularım, yanılmadığım bir konu daha.
Çağrı ve Berke de damga vurdu 2012'me. Ender yerini sağlamlaştırdı. Her zaman erkeklerin kızlardan daha iyi arkadaşlar olduğu gerçeği bam bam vurdu suratımıza.
Kings of Convenience ziyafetini 2012'de yaşadık, IAMX performansını, Morrissey efsanesini, Oh Land mucizesini.. Kaan ile paylaşılan anların büyüleri en çok buralarda ortaya çıkıyor, müzik aramızdaki her farkı yok ediyor, aynı anda aynı sesle sarhoş olan şansılardanız.
Bilemiyorum neler eksik, neler fazla bu maddelerde. Bildiğim, 2012 en azından 2011'den daha iyi bir yıldı. Daha az acı vardı içinde, barındırdığı mutluluk daha fazla olmasa da. Teyze oldum bir çeşit, dünya tatlısı bir köpek katıldı ailemize. Çalışan arkadaşlarımı görememekten yakınmaya alıştım, Anadolu-Avrupa arasında bölünen yaşamıma alıştım, her istediğimde İzmir'de olamamaya da alıştım. Alkole biraz fazla alıştım galiba, bu konuda da çalışmalara başlayacağım umarım yakın zamanda. Hatalar yaptım, hatalar yapılmasını izledim, ne zaman olmuyor ki bu. Önemli olan hatalarımızdan ders alıp tekrarlamamak falan gibi klişelere gerek yok, her hata hatadır o kadar. En önemlisi, hiç bir şey "ben"den önemli değil bunu kabul etmek, beni üzemez kimse, diyebilmek. Güzelim annelerimizin bizi elin herifi elin karısı üzsün diye doğurmadığını hatırlayabilmek. Bizi mutlu eden güzel insanların yanında, bizi mutlu eden güzel işlerin içinde olabilmek. Elimden geldiğince buna özen gösterdim geçtiğimiz yılda, yer yer başardım yer yer yapamadım tabii. 2013'e yaklaştığımız şu saatlerde önümüzdeki yıl için kendime bu hedefi koyabilirim ancak, kimsenin seni üzmesine izin verme, sana değersiz hissettiren herkesten, her yerden anında kaç, senden değerlisi yok unutma, diyebilirim kendime. En büyük şansım, annem babam ve kardeşimken, onlara hakettiklerini sonuna kadar vermeye uğraş, diyebilirim.
Eksik varsa, dolar nasılsa zamanla. Şimdilik bu kadar. Yeni yıl hepimize mutluluk getirsin. Bizden güzeli yok..
31 Aralık 2012 Pazartesi
29 Aralık 2012 Cumartesi
veda
bugün bir kez daha yüzüme vurduğu için belirtmeden geçemedim.
ben veda etmekten baya baya korkuyorum. hazırlıklı olduğum vedanın edilmesinden de, hazırlıksız yakalandığım vedalardan da. çekiniyorum, istemiyorum o anları yaşamak.
edemediğim vedalar en kötüsü. o yüzden korksam bile edebildiklerime şükretmem gerek, başlar başlamaz susmak istedim zaten. bugün sinirler biraz bozuk, hormonlar talking, kusuruma bakmazsınız.
ben veda etmekten baya baya korkuyorum. hazırlıklı olduğum vedanın edilmesinden de, hazırlıksız yakalandığım vedalardan da. çekiniyorum, istemiyorum o anları yaşamak.
edemediğim vedalar en kötüsü. o yüzden korksam bile edebildiklerime şükretmem gerek, başlar başlamaz susmak istedim zaten. bugün sinirler biraz bozuk, hormonlar talking, kusuruma bakmazsınız.
21 Aralık 2012 Cuma
sevgili günlük
Sevgili Günlük, biliyorum artık 10 yaşında olmadığımı, hiç bana öyle bakma.
Yazım hatası yapmayacağım, böylece günlüğümü biri bulursa en büyük korkum noktalamalarımla dalga geçilmesi olmayacak, onu seviyorum bundan hoşlanıyorum da yazmayacağım, artık yüzlerine söylüyorum.
Bugün sana biraz kendime kızmalarımı anlatayım diyorum. Hani bazen bana sinirli biri olduğumu söylüyorlar, ne bu agresiflik falan diyorlar ya, onlara daha iyi bir cevap verebilmek için seninle bir prova yapalım dedim, hazır mısın? Muhtemelen değilsindir, ben de hiç hazır değilim ama şurada biz bize değil miyiz? (Annem okuyor mudur yazdıklarımı sahi?)
Bazı şeylere tahammülüm olmadığını zaten biliyoruz, onu sorgulamayalım. Hayalkırıklığı konusunu ele alabiliriz bak, o konu yeni. Hani birileri beni hayalkırıklığına uğrattığındaki tavrım bence ele alınası. Ne var yani, seni düşünmesini beklediğin, duyarlı olması gerektiğini düşündüğün biri hayal ettiğin yönde davranmamışsa? Alnında mı yazıyor ne hissettiğin, ne istediğin? Hayır. Peki bu özeleştiriden sonra bir de karşıdakileri eleştirelim o zaman, dertleşemeyecek miyiz günlüğümüzle. Alnımda yazmadığını keşfettiğimde söylemeye başlamadım mı ben, bunu bunu istiyorum senden diye? Başladım. Yeterince değerliysem söylediğim kişi için, beklentim uzay değilse, benim için bir şeyler yapabilir değil mi, benim için çok önemli olan minik şeyler? Yapmalı. Yapmıyorsa?.. Değil mi? Ben de öyle düşünmüştüm sevgili günlük, bir şans daha ver. Sonra? Bir tane daha mı? Aynen. Nereye kadar? Kredisini tüketene kadar. Ne zaman tüketir kredisini? Bu ona bağlı evet. Rahatlamadım ama ben. İstemiyorum ben krediler tükensin. Of günlük, iyi gelmedin bu konuda, konu değişikliği?
Bak sana ne anlatmadım günlükcüğüm, sevimsiz konulardan uzaklaşalım bence değmez burada oturmuş alkolsüz bir şekilde kendimi hırpaladığıma, sevimli konular gelsin. Esra aradı geçen gün beni, çok mutsuzdum bir türlü uyanamıyordum o sabah. Yatakta ufflayarak açtım telefonu, sesi içimi açtı salağın. Seviyorum o kızı biliyorsun, sırf Kaan'ın müstakbel yengesi diye değil, pırlanta gibi diye, hep gülüyor diye, içten ve hiç yapmacık değil diye. Sımsıkı sarılıyor, "nasılsın?" diye sorarken endişeli gözleri gerçeği söylüyor diye. Sonra klasik 45 dakika falan konuştuk, güldük güldük güldük. Düğüne az kaldı günlük, asıl haber buydu. Evleniyorlar artık. Düşünsene, prenses gibi giyinmemiz lazım o gece, çok gezmem lazım elbise için, çirkin olamam anneanneleri zar zor beğendi "kara kız"ı. Bir de Esra tutturdu, nedimesi gibi olacakmışım. Beni her detayımla bildiğinden, sırtı olduğu gibi açık bir elbise konusunda ısrarcı. E,doğru doğru da, Marmara'nın küçük bir köyünün halkı beni dışlamasın sonra? Bunu sorduğumda güldü ve ısrarına devam etti, eh Esracığımı kırmayacağım elbet. Heyecanlandırıyor bu düğün fikri beni, çok sevdiğim iki kişinin hayatlarını birleştirecek olması fikri daha doğrusu. Çok mutlu olmaları için içten ama çok içten oturup dileyecek olmak da heyecanlandırıyor beni, buradan başka bir konuya geçiyorum.
Mutluluk ilginç kavram günlük. Ağlıyorsan mesela, mutlaka birileri gelir yanına ne oldu der, destek olur, üzülme der ne bileyim. Çoğu içten de olur. Hep konuşulan "kötü gün dostu"nun geçmişte kaldığına inanıyorum ben. Çünkü kötü gününde yanında olmak değil bence dostluk tek başına. Başarısını, mutluluğunu yürekten dileyebilmek dostluk. Her anında içten, her anında gönülden destek olabilmek dostluk. Düşünsene, başarına burun kıvıran ama ağlarken gözyaşını silen bir dost? İmkansız geliyor günlük. Mutluluk paylaşılamıyorsa, ne yapayım sade üzüntülerin paylaşıldığı ağlak ortamları? "Dertleşmek" diyoruz sık sık, arada "neşelensek" ya birlikte? Güzel anlarda elele tutuşsak ya, genelde yapamıyoruz bunu bir saçma çoğunluk.
Sana bugün daha çok yazardım ama, bayadır beklediğim bir şey izleyeceğim şimdi, heyecandan aklımı sana veremiyorum. Ama sana uzun uzun yazacağım söz, yeter ki geçen gün çok soğukta kalıp boğazımı şişirene kadar yürüdüğümü anneme söyleme. Bazı şeyleri sadece seninle paylaşıyorum laf aramızda. Görüşürüüüz.
18 Aralık 2012 Salı
söyleyemediğim
ilk kez yazmaya başladım, sildim, bir daha başladım, bir daha sildim.
neden bilmiyorum, söyleyemedim.
8 Aralık 2012 Cumartesi
Hiç tanımadığım bir şehirdeydim, ilk kez gittiğim bir ülkede. Hiç biri bana ait olmayan yaşanmışlıklarla dolu tek göz bir odada yalnızdım. Mutlu bir odaydı, mutlu insanlara ev sahipliği yapmıştı lakin bana ait değildi. Orada bulunmuş hiç bir nesne ya da kişi bana ait değildi. Ürktüğümü hatırlıyorum. Yalnızlığı çok sevmeme rağmen zaman zaman, o an buz kesmişti ellerim, nefesim düzensizdi. Çaresiz hissediyordum kendimi, güçsüz. Acıkmıştım ve yemek almak için dışarı adım atamıyordum. Sıkılmıştım ama kendimi eğlendirecek seçeneğim yoktu. Elimde interneti olmayan cep telefonum, sevdiklerimin faturası kabarmasın diye henüz 15-20 fotoğraftan ibaret olan albümümle oyalanmaya çalışıyordum. İnternete bağlanmayı başardığım sayılı dakikalardan birinde skype yapmıştık. Aydınlanmıştı içim. Bambaşka ülkeden biri, sevdiğim biri, o sırada evinden, ortak ülkemizden uzak olan biri güldürüyordu yüzümü. Kilometrelerin bizi yalnızlaştıramayacağının kanıtı gibi, yanımda hissettirmişti bana. Bir o arkadaşım, bir de bir yabancı. O yabancı hayatımda hiç yer kaplamadı sonraları. Ama benim hafızamda hep, yapayalnız bir akşamüstümü benimle paylaşan, uzaklardan yalnızlığımı azaltan ve belki de gözyaşlarımın çene hizasına gelmesini engelleyen bir el olarak kalacak o yabancı.
o gece karar vermiştim. hiç kimse ama hiç kimse vazgeçilmez değildi. bir gecede canından vazgeçebiliyordu insan, ya da canım dediğinden. biraz kendinle başbaşalık, biraz kafandaki o su molası için bile durmadan dönene katlanabilme ile ne kararlar alabiliyordun.. dünyanın düzenini ta en baştan kurabilecek kudrete sahipti o beyinlerimiz. bir kaç saatte kendi hayatını tepetaklak edip bundan kimseye pay vermemeyi başarabiliyordu. aklıma birini düşürmüştüm o yalnız akşamda. yanımda onu istemiştim. yanımda olsaydı ne kadar mutlu olacağımı düşünmüştüm. o da uzaktaydı, herkes kadar. ama ben nabzını ensemde hissediyordum, o kadar yakındık esasen. Kalpler bir olsun, öyle derler ya, bir şekilde mesafemiz sıfırlanmıştı yine, hep bir şekilde başardığımız gibi başarmıştık o an da. Hissediyordum beni düşündüğünü. Konuşmadık. Gerek yoktu o an onu aramama ya da beni aramasına. İçimde hissediyordum, sesi kafamın içindeydi yanımda olmasına gerek yoktu. Çok sonraları, kalabalık şehrime geri döndüğümde ona bu ruh birleşmemizden bahsetmedim.. Neden bahsetmediğimi şimdi iyi biliyorum. Eğer ki o hissetmediyse aynı anda, bunu bilmek istemiyordum. Her zaman hayallerimin gerçeklerimden güzel olduğunu iyi bilirim..
O da vazgeçilmez olmadı benim için zaten. Her an, herkesten vazgeçebileceğimi biliyorum. Sadece birilerine onlardan vazgeçemeyecekmiş gibi tutunabilmeyi ister dururum halen. Birileri için vazgeçilmez olmak yetmiyor her zaman, karşılıklı olanlar hep en güzel. Hem, vazgeçebilecek olmak sevgiyi azaltmıyor ki.. 2 yıl önce o boğuk duvarlar arasında vazgeçtiğim kişilerden hiç birini sevmeyi bırakmadım mesela. Sadece,...
yazıların sonunu getirmeyi beceremiyor kudretli beynim.. salak.
o gece karar vermiştim. hiç kimse ama hiç kimse vazgeçilmez değildi. bir gecede canından vazgeçebiliyordu insan, ya da canım dediğinden. biraz kendinle başbaşalık, biraz kafandaki o su molası için bile durmadan dönene katlanabilme ile ne kararlar alabiliyordun.. dünyanın düzenini ta en baştan kurabilecek kudrete sahipti o beyinlerimiz. bir kaç saatte kendi hayatını tepetaklak edip bundan kimseye pay vermemeyi başarabiliyordu. aklıma birini düşürmüştüm o yalnız akşamda. yanımda onu istemiştim. yanımda olsaydı ne kadar mutlu olacağımı düşünmüştüm. o da uzaktaydı, herkes kadar. ama ben nabzını ensemde hissediyordum, o kadar yakındık esasen. Kalpler bir olsun, öyle derler ya, bir şekilde mesafemiz sıfırlanmıştı yine, hep bir şekilde başardığımız gibi başarmıştık o an da. Hissediyordum beni düşündüğünü. Konuşmadık. Gerek yoktu o an onu aramama ya da beni aramasına. İçimde hissediyordum, sesi kafamın içindeydi yanımda olmasına gerek yoktu. Çok sonraları, kalabalık şehrime geri döndüğümde ona bu ruh birleşmemizden bahsetmedim.. Neden bahsetmediğimi şimdi iyi biliyorum. Eğer ki o hissetmediyse aynı anda, bunu bilmek istemiyordum. Her zaman hayallerimin gerçeklerimden güzel olduğunu iyi bilirim..
O da vazgeçilmez olmadı benim için zaten. Her an, herkesten vazgeçebileceğimi biliyorum. Sadece birilerine onlardan vazgeçemeyecekmiş gibi tutunabilmeyi ister dururum halen. Birileri için vazgeçilmez olmak yetmiyor her zaman, karşılıklı olanlar hep en güzel. Hem, vazgeçebilecek olmak sevgiyi azaltmıyor ki.. 2 yıl önce o boğuk duvarlar arasında vazgeçtiğim kişilerden hiç birini sevmeyi bırakmadım mesela. Sadece,...
yazıların sonunu getirmeyi beceremiyor kudretli beynim.. salak.
23 Kasım 2012 Cuma
bugün yarın
değişen şeylere rağmen aynı kalanlara mı tutunuyorum yoksa değişimden hoşlanıp devamı gelsin mi istiyorum hep merak etmişimdir. yıllardır belki aynı şeyi söylüyorum, kendimi ben bile henüz yeterince tanımıyorum diye. tanımıyorum da. gece sıçrayarak uyanıyorum bu ara, neredeyim, neden buradayım, ne ara buraya geldim derken buluyorum ranzanın üst kısmında. sonra evimde gözümü açıyorum, yan odadan sonsuza kadar sürmesini istediğim iki güzel nefes. bana can veren iki yüceden birisi, kendinden bir parça kaybetti geçtiğimiz haftalarda. onun kaybı bizim kaybımız, onun üzüntüsü bizim acımız, onun acısı bizim perişanlığımız. sızı geçmiyor bir türlü. hatırlıyorum, 6-7 yaşlarındayım. "mazinde ibneler yatar, yavşak fenerbahçe" diye eğleniyorlar. bense onu "yaşa fenerbahçe" olarak anlıyor ve kendi içimde meraka kapılıyorum, "ama onlar galatasaraylı. neden fenerbahçe marşı söylüyorlar ki?" o çocuk masumiyetini kaybedeli çok oldu. ilk ölümde sanırım. 10 yaşımda artık çocuk değildim bir açıdan. hatırlıyorum, garip bir gülüşü vardı. bakar bakar eğlenirdim, severdim de. sonra bir gün sevmemem gerekti. unutmam gerekti, sanki kucaklarında büyümemişim gibi davranmam gerekti. sandığımdan fazla içime atmışım, sandığımdan fazla etkilemiş bugünkü benin oluşumunu. öfkeliyim. kime, neden, açıklayamam. ama biliyorum, bizi bugünlere getirenlere öfkeliyim. gidenin geri gelmediğinden bu kadar emin, yetişkin insanların davranmaması gerektiği gibi davrananlara nefret besliyorum. bir de tuhaf bir aşk. nerede okumuştum, şimdi unuttum. arkadaşlarımıza duyduğumuz da bir çeşit aşktır, annemize duyduğumuz da, babamıza olan da. sadece karşı cinse duyulan o kuvvetli his değildir aşk. değil. düşünüyorum, aşığım babama. anneme de aşığım. kardeşime çok tuhaf aşığım mesela. hani küçükken sorarlardı "anneni mi babanı mı" şeklinde o çirkin soruları da psikolojimizi bozarlardı. çocuk kısmımın büyümediği anlarda kendimi üçünden yalnızca birini kurtarabileceğim korkunç senaryolar yazarken buluyorum. her seferinde cem'i kurtarıyorum. küçüğüm ya o, hep küçük kalacak ya benden. ben bir türlü büyüyemezken, ondan nasıl da büyümesini beklediğimi düşünüyorum. haksızlık. her kimse bizi şuan yaşadığımız hayata iten, ondan rica ediyorum, ona yalvarıyorum, hatta ona dua ediyorum. biz hep can olarak kalalım diye. değiştiremesin bizi zaman, açamasın aramızdaki o minicik mesafeyi. herkesin gidebilitesi olduğu şu zamanlarda, o gidemesin, ben gidemeyeyim ondan.
ne söylediğimi bilmiyorum, nereden başladım nerelere geldim yine kaçırdım muhabbetin ucunu. yazının başlığına neden "bugün yarın" dedim, onu da bilmiyorum. şu günlerde bildiğim pek de fazla şey yok zaten.
ne söylediğimi bilmiyorum, nereden başladım nerelere geldim yine kaçırdım muhabbetin ucunu. yazının başlığına neden "bugün yarın" dedim, onu da bilmiyorum. şu günlerde bildiğim pek de fazla şey yok zaten.
30 Eylül 2012 Pazar
Declaration of Dependence
To me, the title, Declaration of Dependence, suggests that the album is about the relationship between the two of you.
"Well, it does reflect the situation of the band. But, it's about the fact that we're two very different individuals, living very different lives, yet there's this bond between us, this musical bond, that we have to acknowledge."
Eirik Glambek Bøe 2009'da çıkardıkları albümle ilgili röportaj verirken bu cümleleri kullanıyor albüm başlığıyla ilgili. Herkese yapacağı gibi, bana da "Declaration of Independence" ı anımsatmıştı ilk. Sevgili Mazzari sayesinde oldukça detaylı öğrendiğim Amerikan tarihinde fourth of july'ı bağımsızlık günü yapan bildiri. Önemli değil. Bu adamlar, Eirik ve Erlend Oye, birbirlerine "bağlılıklarını" ilan ediyorlar bu albümle, ben de aynen bunu düşündüm..
Konsere gitmeden evvel biraz hazırlık yaparım hep. Bir kaç röportaj okur, konserlerinde seyirciden beklediklerini bulmaya çalışır, kıyafetimi bile yaptığım hazırlık sonucu seçerim çoğunlukla. Bu konser, Kings of Convenience konseri, beni aylardır öylesine heyecanlandırıyordu ki, unuttum tüm bildiklerimi, eli ayağına dolaşmış çocuktum sadece.
Kaan tanıştırdı beni bu genious adamlarla. Ben başka bir yerde, başka bir zamanda sanıyordum ama hafızası benden iyi, Ayvalık'ta, daha o rum evine adım atar atmaz, şöminenin karşısına oturduğumda tanışmışım. Ama ilk hangi şarkıyı duyduğumu iyi biliyorum. 24-25.. Declaration of Dependence albümünden. İkinci kısmının sözleri şöyle başlıyor, "what we built is bigger than the sum of two." Eirik'e bu da sorulmuş röportajda.
That what you've "built is bigger than the sum of two"?
"Well, yeah, that could be about the band. But it's actually about another person."
Bu şarkıyla Ayvalık'ta tanışmamla başlayan dependence serüvenim beni bugüne getirene kadar zaten fazlasıyla etkilemişti. Kaan'ın çok sevdiği bir şeyi sevemediğimi hayal edemem ya zaten, onun kadar seviyorum hep. O yüzden heyecanımız ortaktı, artan ve gittikçe ısınan bir heyecan. Cuma gününe kadar.
28 Eylül Cuma günü, 23'teki konser için kapılar 21'de açılacaktı. Yeterince "high" olmadan gidemezdik ya, oldukça fazla bir şekilde gittik. Kimse yoktu sırada, önümüzdeki bir çocuk dışında. Çorlu'dan gelmiş, tek başına, sadece konser için. Tüm konseri telefonuyla videoladı ve her ama her şarkıyı baştan sona ezbere söyledi. 19 yaşındaymış, Galatasaraylıydı bir de, ama adını sormadım nedense.
Kapılar açıldığında haliyle içeri ilk giren insanlardandık ve sahnenin tam ortasında en önde durduk. Babylon'u bilenler sahneyle seyircinin yakınlığını iyi kestirecektir, resmen Eirik ve Erlend ile "elele gözgöze" mesafesindeydik. Tabii konsere 2 saat olduğu için, yere oturup biraz enerji topladık, zaten yüksek olan ruhlarımızı iyice hazırladık yaşayacakları ziyafete. Ve Erlend sahneye geldi. 123'ü takdim edip gidene kadar yerde oturan herkes ayaklanmıştı zaten. 123'ü dinledik, sevdik de, fakat hemen gitsinler istedik tek sebebi de artık sabredemememizdi.
Sonra geldiler. Önümüze, dibimize geldiler. Ne zaman kafamızı kaldırsak gözgöze olduğumuz saatler başladı sonra. Bizim yüzümüzdeki neredeyse salak gülümsemelere sımsıcak cevap verdiler, "sizi anlıyoruz" bakışıyla. Arada çıldırıp dudaklarımı ısırıp gözlerimi kıstığımda genelde Eirik olmak üzere, ikisinden de tatlı göz kırpmalar aldım, beni daha da çıldırttı bu tabii.
My Ship Isn't Pretty ile başladılar, Cayman Islands geldi sonra. Elbette sıralamayı hatırlamıyorum, isterdim hepsini sırayla yazmak ama en önde olunca telefonunu çıkarmaya utanıyorsun, adamlar gözünün içine bakarken. Sadece 1 kere çıkardım telefonumu ve ikisinin de birer fotoğrafını çekip koydum tekrar çantama, onları gördüğüm açıyı unutmamak adına. Me In You, Homesick, Misread, Mrs. Cold, Failure, 24-25, I Don't Know What I Can Save You From gibi bilinen ve sevilen şarkılarını hep bir ağızdan söyledik. Sanırım en iyilerinden biri Know How 'a eşlik edişimizdi. Şarkı bitince, "Thank you for singing Feist's part." diye takdir bile aldık.
Sonlara doğru, 123'ü davet ettiler sahneye, ve bizi zıplatan şarkılar başladı. Önce Boat Behind geldi, şarkının nakaratını elbette seyirciye bıraktılar. Tempo tuttuktan, parmak şıklattıktan sonra, 123'ün solistinin de katılımıyla I'd Rather Dance With You başladı, Erlend solistle birlikte tepiniyordu, biz de yerlerimizde. Şunu da eklemeliyim, Eirik çok cool duruyordu, esprileriyle, sıcak ama cooldu yani. Tarzdı. Sakalları ve uzattığı saçları ona çok yakışmakla birlikte, olgun bir hava da katmış, beklediğim gibi bebeksi değildi. İyi ki de değildi, daha fazla heyecanlanmayı kaldıramazdım.
Bu şarkıyla konseri bitirip, bize veda edip indiler elbette bis için döneceklerdi çünkü yanlış hatırlamıyorsam 4 dakika falan hiç durmadan alkışladık. Çıkıp Big Star 'ı çaldılar ve ardından Eirik'in söylemiyle Rule My World 'ün remixine remix yaptılar ve böylece konser bitti. "Sessiz Konser" in nasıl muhteşem bir deneyim olduğunu göstererek bitti, sanatçıların gözünün içine bakmanın, soft müziği hiç zorlanmadan duyup ayırt etmenin yarattığı büyülü dünyayı hatırlatarak. Arkasından düşündükçe, keşke Winning A Battle, Losing The War, The Girl From Back Then ve The Build-Up da çalsaydı, dedim dedim ama, bu bana eksik hissettirmedi. Sadece 24-25'ın çalması bile bizi yeterince tamamladı zaten.
Konserden çıkıp Babylon'un karşısında yere atabildik kendimizi, etkisinden kurtulmamızın uzun zaman alacağını bildiğimiz saatleri ve duyguları içeride bırakamayıp yanımıza alarak. Yüzümüzde bir dinginlik ifadesi, dünyayı umursamazlık ve sonsuz mutluluk. Her melodisinin içine işlediği böyle çok konser yaşayamaz insan. Şanslı sayıyorum bizi. Bir daha gelin, diye bağırdık arkalarından tabii ki, şimdi bir daha gelecekleri güne kadar anılarımızı taze tutmak adına not ediyorum bunu.
"Well, it does reflect the situation of the band. But, it's about the fact that we're two very different individuals, living very different lives, yet there's this bond between us, this musical bond, that we have to acknowledge."
Eirik Glambek Bøe 2009'da çıkardıkları albümle ilgili röportaj verirken bu cümleleri kullanıyor albüm başlığıyla ilgili. Herkese yapacağı gibi, bana da "Declaration of Independence" ı anımsatmıştı ilk. Sevgili Mazzari sayesinde oldukça detaylı öğrendiğim Amerikan tarihinde fourth of july'ı bağımsızlık günü yapan bildiri. Önemli değil. Bu adamlar, Eirik ve Erlend Oye, birbirlerine "bağlılıklarını" ilan ediyorlar bu albümle, ben de aynen bunu düşündüm..
Konsere gitmeden evvel biraz hazırlık yaparım hep. Bir kaç röportaj okur, konserlerinde seyirciden beklediklerini bulmaya çalışır, kıyafetimi bile yaptığım hazırlık sonucu seçerim çoğunlukla. Bu konser, Kings of Convenience konseri, beni aylardır öylesine heyecanlandırıyordu ki, unuttum tüm bildiklerimi, eli ayağına dolaşmış çocuktum sadece.
Kaan tanıştırdı beni bu genious adamlarla. Ben başka bir yerde, başka bir zamanda sanıyordum ama hafızası benden iyi, Ayvalık'ta, daha o rum evine adım atar atmaz, şöminenin karşısına oturduğumda tanışmışım. Ama ilk hangi şarkıyı duyduğumu iyi biliyorum. 24-25.. Declaration of Dependence albümünden. İkinci kısmının sözleri şöyle başlıyor, "what we built is bigger than the sum of two." Eirik'e bu da sorulmuş röportajda.
That what you've "built is bigger than the sum of two"?
"Well, yeah, that could be about the band. But it's actually about another person."
Bu şarkıyla Ayvalık'ta tanışmamla başlayan dependence serüvenim beni bugüne getirene kadar zaten fazlasıyla etkilemişti. Kaan'ın çok sevdiği bir şeyi sevemediğimi hayal edemem ya zaten, onun kadar seviyorum hep. O yüzden heyecanımız ortaktı, artan ve gittikçe ısınan bir heyecan. Cuma gününe kadar.
28 Eylül Cuma günü, 23'teki konser için kapılar 21'de açılacaktı. Yeterince "high" olmadan gidemezdik ya, oldukça fazla bir şekilde gittik. Kimse yoktu sırada, önümüzdeki bir çocuk dışında. Çorlu'dan gelmiş, tek başına, sadece konser için. Tüm konseri telefonuyla videoladı ve her ama her şarkıyı baştan sona ezbere söyledi. 19 yaşındaymış, Galatasaraylıydı bir de, ama adını sormadım nedense.
Kapılar açıldığında haliyle içeri ilk giren insanlardandık ve sahnenin tam ortasında en önde durduk. Babylon'u bilenler sahneyle seyircinin yakınlığını iyi kestirecektir, resmen Eirik ve Erlend ile "elele gözgöze" mesafesindeydik. Tabii konsere 2 saat olduğu için, yere oturup biraz enerji topladık, zaten yüksek olan ruhlarımızı iyice hazırladık yaşayacakları ziyafete. Ve Erlend sahneye geldi. 123'ü takdim edip gidene kadar yerde oturan herkes ayaklanmıştı zaten. 123'ü dinledik, sevdik de, fakat hemen gitsinler istedik tek sebebi de artık sabredemememizdi.
Sonra geldiler. Önümüze, dibimize geldiler. Ne zaman kafamızı kaldırsak gözgöze olduğumuz saatler başladı sonra. Bizim yüzümüzdeki neredeyse salak gülümsemelere sımsıcak cevap verdiler, "sizi anlıyoruz" bakışıyla. Arada çıldırıp dudaklarımı ısırıp gözlerimi kıstığımda genelde Eirik olmak üzere, ikisinden de tatlı göz kırpmalar aldım, beni daha da çıldırttı bu tabii.
My Ship Isn't Pretty ile başladılar, Cayman Islands geldi sonra. Elbette sıralamayı hatırlamıyorum, isterdim hepsini sırayla yazmak ama en önde olunca telefonunu çıkarmaya utanıyorsun, adamlar gözünün içine bakarken. Sadece 1 kere çıkardım telefonumu ve ikisinin de birer fotoğrafını çekip koydum tekrar çantama, onları gördüğüm açıyı unutmamak adına. Me In You, Homesick, Misread, Mrs. Cold, Failure, 24-25, I Don't Know What I Can Save You From gibi bilinen ve sevilen şarkılarını hep bir ağızdan söyledik. Sanırım en iyilerinden biri Know How 'a eşlik edişimizdi. Şarkı bitince, "Thank you for singing Feist's part." diye takdir bile aldık.
Sonlara doğru, 123'ü davet ettiler sahneye, ve bizi zıplatan şarkılar başladı. Önce Boat Behind geldi, şarkının nakaratını elbette seyirciye bıraktılar. Tempo tuttuktan, parmak şıklattıktan sonra, 123'ün solistinin de katılımıyla I'd Rather Dance With You başladı, Erlend solistle birlikte tepiniyordu, biz de yerlerimizde. Şunu da eklemeliyim, Eirik çok cool duruyordu, esprileriyle, sıcak ama cooldu yani. Tarzdı. Sakalları ve uzattığı saçları ona çok yakışmakla birlikte, olgun bir hava da katmış, beklediğim gibi bebeksi değildi. İyi ki de değildi, daha fazla heyecanlanmayı kaldıramazdım.
Bu şarkıyla konseri bitirip, bize veda edip indiler elbette bis için döneceklerdi çünkü yanlış hatırlamıyorsam 4 dakika falan hiç durmadan alkışladık. Çıkıp Big Star 'ı çaldılar ve ardından Eirik'in söylemiyle Rule My World 'ün remixine remix yaptılar ve böylece konser bitti. "Sessiz Konser" in nasıl muhteşem bir deneyim olduğunu göstererek bitti, sanatçıların gözünün içine bakmanın, soft müziği hiç zorlanmadan duyup ayırt etmenin yarattığı büyülü dünyayı hatırlatarak. Arkasından düşündükçe, keşke Winning A Battle, Losing The War, The Girl From Back Then ve The Build-Up da çalsaydı, dedim dedim ama, bu bana eksik hissettirmedi. Sadece 24-25'ın çalması bile bizi yeterince tamamladı zaten.
Konserden çıkıp Babylon'un karşısında yere atabildik kendimizi, etkisinden kurtulmamızın uzun zaman alacağını bildiğimiz saatleri ve duyguları içeride bırakamayıp yanımıza alarak. Yüzümüzde bir dinginlik ifadesi, dünyayı umursamazlık ve sonsuz mutluluk. Her melodisinin içine işlediği böyle çok konser yaşayamaz insan. Şanslı sayıyorum bizi. Bir daha gelin, diye bağırdık arkalarından tabii ki, şimdi bir daha gelecekleri güne kadar anılarımızı taze tutmak adına not ediyorum bunu.
7 Ağustos 2012 Salı
eskidendi.. uyuyamadığım zamanlarda yazı yazmaya başlamıştım. o yazıların çoğunu yırtıp attım, bir kısmı taşınırken anılarımla beraber eski yuvamda kaldı, çok azı da buralarda. neler yazdım, hatırlamıyorum.
asla insomnia triplerine girmedim. asla "uyuyamayan" bir insan da olmadım. hep sebepleri vardır uykusuzluğumun. bu geceki basit bir çekirge istilası gibi görünebilir. bilmem, öyledir belki de. ama garip, yatasım bile yok..
deniz'i çok andım bugün.. onu gördüğüm bir yerde yürüdüm, onunla oturduğum bir yerde oturdum, sevdiği bir şarkı çalındı bir yerde kulağıma. bugün onu çok andım, çok özledim.. neden gitti, bunu sordum kendime. ve birini kaybetmeden anlayamayacağımız yapılamamışların pişmanlığıyla buruldum biraz..
sevdiğin insanların yanındayken çok anlamıyorsun, yaranın sıcak olduğu anlarda kendini çok hissettirmemesine benzer biraz. yalnız kalınca vurur ama, yara soğuduğunda sızım sızım sızlaması aynı. eve gelip sessizliği yaşadığımda vurdu. özlediğim ne çok şey var..
liseyi özledim. lisede yaşadığım tam anlamıyla "masumiyet" karşılığı sevgileri. ilk dostlarımı, ilk aşklarımı, ilk acılarımı hatırladım. kimlere, neden ağladığımı. ama lanet ederek değil, şükrederek hatırladım..
2009'u hatırladım, herhangi bir insan için "hayatının hatası" olabilecek dönüşüm olayımı. sonunda canımı acıtan hatta belki kanatan, ama beni büyüten, geliştiren olayları.. özlemedim, pişman da olmadım. sadece farklı davransaydım, bir tek kararı farklı verseydim bugün nerede, ne yapıyor olurdum onu düşündüm..
umutsuz bir insan da olmadım hiç. acılarla tükenen değil, güçlenen olmak daha doğru geldi hep. ama bazı acılar, bazı zamansız ve tamamen anlamsız acılar, istemsiz isyanlara da sebep oldu. bağırmak istedim, ne-den?
bulamadım bir neden. sanırım bugün biraz da ondan uyuyamıyorum. uykuyu bu kadar seven ben, kendimi mi cezalandırıyorum o yatağa yatmayarak, inanın fikrim yok.. bildiğim az şeyden biri, kendimi bile hala tam tanımadığım..
ihtiyaç duyuyorum. birine, bir yere, boşluğa ve biraz müziğe. yemek olmasın, içmek olmasın, gözler kapalı ve kulakta hafif bir müzik olsun, yanında elini tutup hiç bırakmamak istediğin biri. o kadar.. bak öyle ne güzel uyurum, ne tatlı dalarım gerçeklikten uzak mükemmeliyetlere..
asla insomnia triplerine girmedim. asla "uyuyamayan" bir insan da olmadım. hep sebepleri vardır uykusuzluğumun. bu geceki basit bir çekirge istilası gibi görünebilir. bilmem, öyledir belki de. ama garip, yatasım bile yok..
deniz'i çok andım bugün.. onu gördüğüm bir yerde yürüdüm, onunla oturduğum bir yerde oturdum, sevdiği bir şarkı çalındı bir yerde kulağıma. bugün onu çok andım, çok özledim.. neden gitti, bunu sordum kendime. ve birini kaybetmeden anlayamayacağımız yapılamamışların pişmanlığıyla buruldum biraz..
sevdiğin insanların yanındayken çok anlamıyorsun, yaranın sıcak olduğu anlarda kendini çok hissettirmemesine benzer biraz. yalnız kalınca vurur ama, yara soğuduğunda sızım sızım sızlaması aynı. eve gelip sessizliği yaşadığımda vurdu. özlediğim ne çok şey var..
liseyi özledim. lisede yaşadığım tam anlamıyla "masumiyet" karşılığı sevgileri. ilk dostlarımı, ilk aşklarımı, ilk acılarımı hatırladım. kimlere, neden ağladığımı. ama lanet ederek değil, şükrederek hatırladım..
2009'u hatırladım, herhangi bir insan için "hayatının hatası" olabilecek dönüşüm olayımı. sonunda canımı acıtan hatta belki kanatan, ama beni büyüten, geliştiren olayları.. özlemedim, pişman da olmadım. sadece farklı davransaydım, bir tek kararı farklı verseydim bugün nerede, ne yapıyor olurdum onu düşündüm..
umutsuz bir insan da olmadım hiç. acılarla tükenen değil, güçlenen olmak daha doğru geldi hep. ama bazı acılar, bazı zamansız ve tamamen anlamsız acılar, istemsiz isyanlara da sebep oldu. bağırmak istedim, ne-den?
bulamadım bir neden. sanırım bugün biraz da ondan uyuyamıyorum. uykuyu bu kadar seven ben, kendimi mi cezalandırıyorum o yatağa yatmayarak, inanın fikrim yok.. bildiğim az şeyden biri, kendimi bile hala tam tanımadığım..
ihtiyaç duyuyorum. birine, bir yere, boşluğa ve biraz müziğe. yemek olmasın, içmek olmasın, gözler kapalı ve kulakta hafif bir müzik olsun, yanında elini tutup hiç bırakmamak istediğin biri. o kadar.. bak öyle ne güzel uyurum, ne tatlı dalarım gerçeklikten uzak mükemmeliyetlere..
23 Temmuz 2012 Pazartesi
11 mayıs 2011 tarihli bu yazı, bakmayın şimdi yayınlandığına.
"özel" kelimesinin can bulduğu iki insan onlar. "özel" artık bir kavram olmaktan çıkıyor, somutlaşıyor, önümde bir beden kadar canlı beliriyor söz konusu bu iki kişi olunca.
Melis ve Kaan. Benim benden çok ben parçalarım. Yalnızca onlar yanımdayken tamamlandığımı hissetmeye başladığımda anladım. Öylesine seviyorum ki bu iki kuzeni, önce Melis'i sonra Melis aracılığıyla Kaan'ı hayatıma sokan şanssa şansa, kaderse kadere, o olaylar zincirine, herşeye milyon kez teşekkür ediyorum. Beni ben yaptıkları için..
Kaan mimar. Muhteşem bir insan oluşunun yanında aynı zamanda işinde çok başarılı bir adam. Ayvalık'ta bir iş aldı bir süre önce. Temmuz'da açılması planlanan bir gece kulübünün inşaatını yönetiyor kısaca. Ayvalık'ta uzun süreler geçirmesi gerektiğinden, aylar önce bir rum evi tuttu. Aramızdaki tarifsiz bağdan olsa gerek, özel bulduğu, büyülendiği her şeyi benimle paylaşma, benim de oradaymış gibi hissetmeme sebep olma huyu var. Ayvalık'taki evini hep anlattı bana, hep bir gün orada olmamı istediğini belirtti. Tabii ben de aylardır Ayvalık'a gidebileceğim bir gün gelecek hayaliyle, heyecanıyla bekledim. Geçtiğimiz hafta Melis'le bu hayalimizi gerçekleştirmeye karar verene kadar bekledim. Kaan herşeyi ayarlamıştı, bize yalnızca gitmek kaldı. Melis benden önce gitti, benim cuma günkü talihsiz sınavım yüzünden. Ben de uçağa yetişemeyerek gece otobüsüyle gitmek durumunda kaldım. Melis 2 gece kaldı benden önce, ilk gece Kaan'ın o bana anlata anlata bitiremediği evde, ertesi günse Kaan evi boşaltmak zorunda kaldığından bir yandaki evde. Serdar'ın evinde. Serdar? Serdar Ateşer. Bülent Ortaçgil ile çalışmış, inanılmaz "high" bir müzisyen.. Kim olduğunu anlamanızın mümkün olmadığı kadar mütevazı bu adamın evinde kaldık ondan sonra. Onun yaşam alanında, onu misafir ettik hatta.. Neyse..
Korkunç bir otobüs yolculuğundan sonra Kaan beni karşıladığında dünyanın en mutlu insanıydım. Ayvalık'ın dapdar, eski püskü sokaklarından eve doğru giderken heyecandan içim içime sığmıyordu. Eve geldiğimizde de gördüğüm ilk canlıyı Melis sanıp çığlıklar atmaya başladım. Melis değildi. Kaan'n ev ve iş arkadaşı Naci. İlk izlenimi o kadar kötü bıraktım ki Naci'de, ilişkimiz kesinlikle toparlanamaz sandım, çok büyük bir yanılgı. Melis'i de uyandırdıktan sonra, karnımın açlığına dayanamayıp ilk mızmızlanmalarıma başladım. Kahvaltı istiyordum, Ayvalık tostu. Ama önce Kaan'la şantiyeye gittim. Orada o döküntüde, ben bir ışık gördüm ve bir kaç ay sonra orasının nasıl görüneceğini hayal ettim, anlattım. Kaan da görmüş olacak, gülümsedi.. Sonra bir uçak gördüm, uçma tutkumu en iyi bilen insan o, hiç şaşırmadı uçağa koştururken ben. Fotoğraflar çektik. Sonra deniz kenarına, kahvaltıya.. Neler yediğimizi anlatmaya kalksam, sabahlara kadar yazmam gerekir.. Geçiyorum..
Sonra Ayvalık sokaklarına daldık. Bir şarapçıdan 6-7 şişe şarap aldık, biraz da bira.. Eve gidip bira içmeye başladık, fotoğraflar çektik. İki üç biradan sonra çıkıp Cunda'ya gittik. Muhteşem güzellikteki Cunda Adası'na ilk görüşte aşık oldum tabii. Oturduğumuz yerde Kaan ve Naci'ye yapılan muamele muhteşemdi. Sanki Ayvalık'ın sahipleriyle beraberdik.. Ne istesek anında geldi, efsane yemekler yedik falan. Beğendili ahtapot, kremalı ahtapot, karides börekleri, sıcak otlar.. Yanında rakıyla, muhteşem bir güneşle süsledik yemekleri. Tabii sonra sarhoşluk geldi..
Eve gittiğimiz an herkes bir yere yığılıp sızdı haliyle, ama en çok da ben, yol yorgunu, 30 saatlik uykusuz, sarhoş.. Uyandığımda karanlıktı hava, en alt kattan sesler geliyordu. Arkadaşlarım uyanmışlardı..
Gece başladı sonra. Ev sahibimiz Serdar geldi önce, şömine yandı. Şaraplar açıldı teker teker, müzikler rüya gibiydi. Yeri geldi hep beraber hüzünlendik, yeri geldi kalkıp dansettik. Saatler su gibi geçti, ne ara 5 olmuştu ki hem, Melis Serdar'ın kanepesinde, böcekli alt katta sızdı birden.
Sabah gözlerimi muhteşem bir deniz manzarasına açtım. Odam en üst katta olduğundan en çok manzarayı ben görüyordum. Az uyumuş olmak hiç ama hiç önemli değildi, yaşadığımı hissediyordum gözümü alan güneşle. Denize koşmak, koşmak, koşmak istedim. Evden öyle hızlı çıktık ki, günü sonuna kadar değerlendirecektik. Yine denize sıfır bir yerde Ayvalık tostuyla başladık. Sonra eve dönüp üstümüzü değiştirecek, eksiklerimiz için Kipa'ya gidecektik. Hangi eksikler? Kaz Dağı'nda şelalelerden atlayabilmek için gerekli olan spor ayakkabılar, spor şortlar.. Evet, Kaan'la bir hayalimiz de buydu. Bana bunu benimle yapmanın muhteşem olacağından bahsetmişti, bunun onu çok heyecanlandırdığını anlatmıştı.
Kaan öyle bir adam ki, bir uçurumdan atlamamı söylese, düşünmem. Yanacağımı bile bile ateşe girebilirim o söyledi diye. Ona duyduğum öyle bir güven var, aynı zamanda Melis'te de var bu güven Kaan'a karşı. Ve biz üçümüz, bir araya geldiğimizde yapamayacağımız şey yok.
Kaan'ın bizi götürdüğü her yer büyüleyiciydi bugüne kadar, yedirdiği her yemek, içirdiği her içki benzersizdi. Kaan'ın çok sıradanmış gibi bahsettiği her şey bizim için inanılmaz deneyimlerdi, şimdiyse Kaan'ı ÇOK heyecanlandıran bir şey yapacaktık, onu bu kadar heyecanlandıran şey, benim nefesimi kesiyordu tabii.
Hava soğumuştu Kaz Dağı'na çıkınca. Bizse çıplak bacaklarımızla belki 2 belki 3 derece bir suya girmeye ölesiye hevesliydik. Kaan daldı ilk. Su öylesine kuvvetliydi ki, bizim Kaan'ımız sanki bir yaprak parçası, sanki kuş tüyü, savruldu bir anda. Kayaların arasından düştü, düştü, suya bata çıka düştü. Kalbim sıkıştı. Nefes alamıyorum sandım o kafasını çıkarana kadar sudan. Gülüyordu. O kadar mutluydu ki, hayatımızın rahatlamasını yaşadık onun ifadesiyle. Zar zor yanımıza çıkmayı başardı, ama kararı vermişti, aşağı inmeyecektik! Böylece şelaleye gittik direk. Karşı kıyıya kadar gittik, fotoğraflar çeke çeke. Şelalenin bizi savurmasına izin verdik. Vücudumuzda kesikler açıyormuş gibi hissettiren suya karşı koyduk, çırpındık. Ama o kadar üşüdük ki, ıslak kıyafetlerimizi fırlatıp eşofmanlara büründüğümüzde savaştan çıkmış gibiydik.. Kendimize bir Ayvalık tostu ödülü daha verdik, içimizi ısıtan bir çayla beraber. Mutluyduk, çok mutluyduk. Durmaksızın gülüyorduk. Naci'nin bitmek bilmez komikliklerine gülmekten canım acıyordu artık, nefessiz kalana kadar gülüyordum.
Eve dönüp temizlendikten sonra, tekrar Cunda'ya gittik. Melis gece otobüsüyle İstanbul'a dönme niyetindeydi tüm dil dökmelerimize rağmen. Kaan'la tam bir iş birliği halindeydik bu konuda, aradaki tüm sıkıcı evrelere rağmen, istediğimizi elde ettik ve Melis kaldı. Cunda'da aynı yiyeceklere bira eşlik etti bu kez, rakıyı kaldıramayacaktı midelerimiz. Yine muhteşem bir yemek, üzerine Taş Kahve'de sakızlı kahve.. Arada yediğimiz sakızlı dondurmaları neden atladım bilmiyorum. Dönüşte açık bulunan tekellere dalıp 5 şişe şarap ve 14 kutu bira aldık, ki bu kez içkisiz kalmayalım. Yine şömine, yine nargile, yine müzikler, yine danslar ve yine inanılmaz muhabbetler eşliğinde bir gece daha.. Birbirimizin omzuna bayılıp ayılarak, bu kim bu kim taklitleriyle karnımıza kramplar sokarak, yanımızdayken birbirimize mesaj atarak gecenin keyfini çıkardık. Ve Melis yine Serdar'la sızdı. Bu arada, Serdar dediğimiz bizim yorgan, baya yorgan.
Son günümüz.. Sabah Kaan'ın şantiyeye gidemeyişiyle uyandım. Bırakıp gidemiyordu. Kıyamadım, geceden sarhoştu, bizimle mutluydu, ve pazartesi sabahı kalkıp şantiyeye gitmesi gerekiyordu. O gitti, biz kahvaltıya.. Kaan özlemimize dayanamayıp yanımıza geldi sonra, Naci'yi de alıp gitti bir de. Biz de Melis'le başbaşa olmanın tadını çıkardık bu kez. Sohbet ettik, çay içtik, deniz kenarında yürüyüş yaptık, bulduğumuz ilk dolmuşa atlayıp Cunda'ya attık kendimizi. Kaan telefon edip"neredesiniz?" dediğinde nasıl eğlendiğimizi görmeniz lazımdı.. İnanamadı tabii, sonra atladı yanımızda aldı soluğu.. Yine ayrıldı yanımızdan, bize efsane bir şarap evi göstererek. Çılgınlar gibi genişleyen midelerimiz önce mantı yemeye sürükledi bizi.. Elimizde turistik hediyeler, güneş gözlüklerimiz ve parmak arası terliklerimle inanılmaz komiktik belki ama, attık kendimizi şarap evine. Birer şişe şarabın eşlik ettiği muhteşem bir sohbetti o bir kaç saat Melis'le paylaştığım. En derinime kadar aldım yine onu, içimi tamamen açtım, hiç bir kapalı kapı yok ya aramızda, iyice aştık engelleri. Sözler verdik birbirimize sessizce, sadece gözlerimizle anlattık birbirimiz için nasıl özel olduğumuzu..
Sonra Kaan ve Naci katıldı bize. Cunda'da son saatlerimize.. Sarhoş taklidi yapmak istedik, yemediler. Fakat sonradan gerçekten sarhoş olduk ve bu sefer gerçek bir komedi filmi setiydi yaşadığımız. Taş Kahve'nin sakızlı kahveleri de ayıltamadı bizi, biz de üçüncü kez kremalı ahtapotları mideye indirirken yanına bira söyledik. Yine sarhoştuk. Bu kez mutsuzluktan mıydı, bilmiyorum. Ayvalık'tan ayrılma düşüncesi canımı yakıyordu. 9 saatte geldiğim yerden ayrılıp 1 saat sonra İstanbul'da olacaktım ve bu düşünce gerçekten bıçak gibiydi. Kaan'ı orada yalnız bırakma fikri, çok zalimdi. Naci'ye bakıp gülümserken, Melis'le sarılırken, Kaan'ın konuşmalarıyla kendimden geçerken hem çok ama çok mutlu, hem de çok mutsuz olmanın ne demek olduğunu hatırlıyordum..
Eve dönüp çantaları toplamaca ve evden ayrılış. Evet, en acı anları tatilimin. İzmir'den edindiğim huyu hala taşıdığımı gördüm, ayrılmadan önce her odayı gezip içimden konuşarak veda etmek, orada kalan sevdiklerimi eve emanet etmek huyu.. 2 gece bana kucak açan yatağa veda ettim, orta kata, böcekler çıkan sandığa, salonun ortasındaki küvete, her anımızın şahidi şömineye, ufak bahçemize, tek tek veda ettim. Kaan'ı onlara emanet ettim içimden. Ve o minik şirin kapıdan çıktım..
Havaalanına gidene kadar bir kelime konuşmadık hiç birimiz.
Ben Kaan'ın kucağında uyukladım, Melis önde kafasını devirdi. Naci'ciğim de zavallım yola konsantreydi.
Havaalanında yine Serdar'la karşılaştık. Gerçek Serdar, yorgan olan değil ev sahibi olan. Onu görünce sanki yıllardır görmediğim bir dostumu görmüş gibi oldum, neden bilmiyorum.
Vedalardan nefret ederim ben.
Naci'ye sarıldım ve vedayı sevmedim.
Kaan'a veda etmek diye bir kavram olamaz zaten.
Melis'e sarıldım ve uçağa bindik.
Şimdi buradayım, nefret ettiğim yerlerde. İki ayrı parçam şuan benden farklı uzaklıkta iki yerde nefes alıyor ve ben onlarla geçirdiğim büyülü 3 günü düşünüp mutlu oluyorum. Fotoğrafların ne kadar canlı olduğuna, her birinde ne kadar "güzel" göründüğümüze bakıyorum. Güzelliğimizin görünüşümüzden değil, mutluluğumuzdan kaynaklı olduğu o kadar bariz ki..
Melis ve Kaan. Benim benden çok ben parçalarım. Yalnızca onlar yanımdayken tamamlandığımı hissetmeye başladığımda anladım. Öylesine seviyorum ki bu iki kuzeni, önce Melis'i sonra Melis aracılığıyla Kaan'ı hayatıma sokan şanssa şansa, kaderse kadere, o olaylar zincirine, herşeye milyon kez teşekkür ediyorum. Beni ben yaptıkları için..
Kaan mimar. Muhteşem bir insan oluşunun yanında aynı zamanda işinde çok başarılı bir adam. Ayvalık'ta bir iş aldı bir süre önce. Temmuz'da açılması planlanan bir gece kulübünün inşaatını yönetiyor kısaca. Ayvalık'ta uzun süreler geçirmesi gerektiğinden, aylar önce bir rum evi tuttu. Aramızdaki tarifsiz bağdan olsa gerek, özel bulduğu, büyülendiği her şeyi benimle paylaşma, benim de oradaymış gibi hissetmeme sebep olma huyu var. Ayvalık'taki evini hep anlattı bana, hep bir gün orada olmamı istediğini belirtti. Tabii ben de aylardır Ayvalık'a gidebileceğim bir gün gelecek hayaliyle, heyecanıyla bekledim. Geçtiğimiz hafta Melis'le bu hayalimizi gerçekleştirmeye karar verene kadar bekledim. Kaan herşeyi ayarlamıştı, bize yalnızca gitmek kaldı. Melis benden önce gitti, benim cuma günkü talihsiz sınavım yüzünden. Ben de uçağa yetişemeyerek gece otobüsüyle gitmek durumunda kaldım. Melis 2 gece kaldı benden önce, ilk gece Kaan'ın o bana anlata anlata bitiremediği evde, ertesi günse Kaan evi boşaltmak zorunda kaldığından bir yandaki evde. Serdar'ın evinde. Serdar? Serdar Ateşer. Bülent Ortaçgil ile çalışmış, inanılmaz "high" bir müzisyen.. Kim olduğunu anlamanızın mümkün olmadığı kadar mütevazı bu adamın evinde kaldık ondan sonra. Onun yaşam alanında, onu misafir ettik hatta.. Neyse..
Korkunç bir otobüs yolculuğundan sonra Kaan beni karşıladığında dünyanın en mutlu insanıydım. Ayvalık'ın dapdar, eski püskü sokaklarından eve doğru giderken heyecandan içim içime sığmıyordu. Eve geldiğimizde de gördüğüm ilk canlıyı Melis sanıp çığlıklar atmaya başladım. Melis değildi. Kaan'n ev ve iş arkadaşı Naci. İlk izlenimi o kadar kötü bıraktım ki Naci'de, ilişkimiz kesinlikle toparlanamaz sandım, çok büyük bir yanılgı. Melis'i de uyandırdıktan sonra, karnımın açlığına dayanamayıp ilk mızmızlanmalarıma başladım. Kahvaltı istiyordum, Ayvalık tostu. Ama önce Kaan'la şantiyeye gittim. Orada o döküntüde, ben bir ışık gördüm ve bir kaç ay sonra orasının nasıl görüneceğini hayal ettim, anlattım. Kaan da görmüş olacak, gülümsedi.. Sonra bir uçak gördüm, uçma tutkumu en iyi bilen insan o, hiç şaşırmadı uçağa koştururken ben. Fotoğraflar çektik. Sonra deniz kenarına, kahvaltıya.. Neler yediğimizi anlatmaya kalksam, sabahlara kadar yazmam gerekir.. Geçiyorum..
Sonra Ayvalık sokaklarına daldık. Bir şarapçıdan 6-7 şişe şarap aldık, biraz da bira.. Eve gidip bira içmeye başladık, fotoğraflar çektik. İki üç biradan sonra çıkıp Cunda'ya gittik. Muhteşem güzellikteki Cunda Adası'na ilk görüşte aşık oldum tabii. Oturduğumuz yerde Kaan ve Naci'ye yapılan muamele muhteşemdi. Sanki Ayvalık'ın sahipleriyle beraberdik.. Ne istesek anında geldi, efsane yemekler yedik falan. Beğendili ahtapot, kremalı ahtapot, karides börekleri, sıcak otlar.. Yanında rakıyla, muhteşem bir güneşle süsledik yemekleri. Tabii sonra sarhoşluk geldi..
Eve gittiğimiz an herkes bir yere yığılıp sızdı haliyle, ama en çok da ben, yol yorgunu, 30 saatlik uykusuz, sarhoş.. Uyandığımda karanlıktı hava, en alt kattan sesler geliyordu. Arkadaşlarım uyanmışlardı..
Gece başladı sonra. Ev sahibimiz Serdar geldi önce, şömine yandı. Şaraplar açıldı teker teker, müzikler rüya gibiydi. Yeri geldi hep beraber hüzünlendik, yeri geldi kalkıp dansettik. Saatler su gibi geçti, ne ara 5 olmuştu ki hem, Melis Serdar'ın kanepesinde, böcekli alt katta sızdı birden.
Sabah gözlerimi muhteşem bir deniz manzarasına açtım. Odam en üst katta olduğundan en çok manzarayı ben görüyordum. Az uyumuş olmak hiç ama hiç önemli değildi, yaşadığımı hissediyordum gözümü alan güneşle. Denize koşmak, koşmak, koşmak istedim. Evden öyle hızlı çıktık ki, günü sonuna kadar değerlendirecektik. Yine denize sıfır bir yerde Ayvalık tostuyla başladık. Sonra eve dönüp üstümüzü değiştirecek, eksiklerimiz için Kipa'ya gidecektik. Hangi eksikler? Kaz Dağı'nda şelalelerden atlayabilmek için gerekli olan spor ayakkabılar, spor şortlar.. Evet, Kaan'la bir hayalimiz de buydu. Bana bunu benimle yapmanın muhteşem olacağından bahsetmişti, bunun onu çok heyecanlandırdığını anlatmıştı.
Kaan öyle bir adam ki, bir uçurumdan atlamamı söylese, düşünmem. Yanacağımı bile bile ateşe girebilirim o söyledi diye. Ona duyduğum öyle bir güven var, aynı zamanda Melis'te de var bu güven Kaan'a karşı. Ve biz üçümüz, bir araya geldiğimizde yapamayacağımız şey yok.
Kaan'ın bizi götürdüğü her yer büyüleyiciydi bugüne kadar, yedirdiği her yemek, içirdiği her içki benzersizdi. Kaan'ın çok sıradanmış gibi bahsettiği her şey bizim için inanılmaz deneyimlerdi, şimdiyse Kaan'ı ÇOK heyecanlandıran bir şey yapacaktık, onu bu kadar heyecanlandıran şey, benim nefesimi kesiyordu tabii.
Hava soğumuştu Kaz Dağı'na çıkınca. Bizse çıplak bacaklarımızla belki 2 belki 3 derece bir suya girmeye ölesiye hevesliydik. Kaan daldı ilk. Su öylesine kuvvetliydi ki, bizim Kaan'ımız sanki bir yaprak parçası, sanki kuş tüyü, savruldu bir anda. Kayaların arasından düştü, düştü, suya bata çıka düştü. Kalbim sıkıştı. Nefes alamıyorum sandım o kafasını çıkarana kadar sudan. Gülüyordu. O kadar mutluydu ki, hayatımızın rahatlamasını yaşadık onun ifadesiyle. Zar zor yanımıza çıkmayı başardı, ama kararı vermişti, aşağı inmeyecektik! Böylece şelaleye gittik direk. Karşı kıyıya kadar gittik, fotoğraflar çeke çeke. Şelalenin bizi savurmasına izin verdik. Vücudumuzda kesikler açıyormuş gibi hissettiren suya karşı koyduk, çırpındık. Ama o kadar üşüdük ki, ıslak kıyafetlerimizi fırlatıp eşofmanlara büründüğümüzde savaştan çıkmış gibiydik.. Kendimize bir Ayvalık tostu ödülü daha verdik, içimizi ısıtan bir çayla beraber. Mutluyduk, çok mutluyduk. Durmaksızın gülüyorduk. Naci'nin bitmek bilmez komikliklerine gülmekten canım acıyordu artık, nefessiz kalana kadar gülüyordum.
Eve dönüp temizlendikten sonra, tekrar Cunda'ya gittik. Melis gece otobüsüyle İstanbul'a dönme niyetindeydi tüm dil dökmelerimize rağmen. Kaan'la tam bir iş birliği halindeydik bu konuda, aradaki tüm sıkıcı evrelere rağmen, istediğimizi elde ettik ve Melis kaldı. Cunda'da aynı yiyeceklere bira eşlik etti bu kez, rakıyı kaldıramayacaktı midelerimiz. Yine muhteşem bir yemek, üzerine Taş Kahve'de sakızlı kahve.. Arada yediğimiz sakızlı dondurmaları neden atladım bilmiyorum. Dönüşte açık bulunan tekellere dalıp 5 şişe şarap ve 14 kutu bira aldık, ki bu kez içkisiz kalmayalım. Yine şömine, yine nargile, yine müzikler, yine danslar ve yine inanılmaz muhabbetler eşliğinde bir gece daha.. Birbirimizin omzuna bayılıp ayılarak, bu kim bu kim taklitleriyle karnımıza kramplar sokarak, yanımızdayken birbirimize mesaj atarak gecenin keyfini çıkardık. Ve Melis yine Serdar'la sızdı. Bu arada, Serdar dediğimiz bizim yorgan, baya yorgan.
Son günümüz.. Sabah Kaan'ın şantiyeye gidemeyişiyle uyandım. Bırakıp gidemiyordu. Kıyamadım, geceden sarhoştu, bizimle mutluydu, ve pazartesi sabahı kalkıp şantiyeye gitmesi gerekiyordu. O gitti, biz kahvaltıya.. Kaan özlemimize dayanamayıp yanımıza geldi sonra, Naci'yi de alıp gitti bir de. Biz de Melis'le başbaşa olmanın tadını çıkardık bu kez. Sohbet ettik, çay içtik, deniz kenarında yürüyüş yaptık, bulduğumuz ilk dolmuşa atlayıp Cunda'ya attık kendimizi. Kaan telefon edip"neredesiniz?" dediğinde nasıl eğlendiğimizi görmeniz lazımdı.. İnanamadı tabii, sonra atladı yanımızda aldı soluğu.. Yine ayrıldı yanımızdan, bize efsane bir şarap evi göstererek. Çılgınlar gibi genişleyen midelerimiz önce mantı yemeye sürükledi bizi.. Elimizde turistik hediyeler, güneş gözlüklerimiz ve parmak arası terliklerimle inanılmaz komiktik belki ama, attık kendimizi şarap evine. Birer şişe şarabın eşlik ettiği muhteşem bir sohbetti o bir kaç saat Melis'le paylaştığım. En derinime kadar aldım yine onu, içimi tamamen açtım, hiç bir kapalı kapı yok ya aramızda, iyice aştık engelleri. Sözler verdik birbirimize sessizce, sadece gözlerimizle anlattık birbirimiz için nasıl özel olduğumuzu..
Sonra Kaan ve Naci katıldı bize. Cunda'da son saatlerimize.. Sarhoş taklidi yapmak istedik, yemediler. Fakat sonradan gerçekten sarhoş olduk ve bu sefer gerçek bir komedi filmi setiydi yaşadığımız. Taş Kahve'nin sakızlı kahveleri de ayıltamadı bizi, biz de üçüncü kez kremalı ahtapotları mideye indirirken yanına bira söyledik. Yine sarhoştuk. Bu kez mutsuzluktan mıydı, bilmiyorum. Ayvalık'tan ayrılma düşüncesi canımı yakıyordu. 9 saatte geldiğim yerden ayrılıp 1 saat sonra İstanbul'da olacaktım ve bu düşünce gerçekten bıçak gibiydi. Kaan'ı orada yalnız bırakma fikri, çok zalimdi. Naci'ye bakıp gülümserken, Melis'le sarılırken, Kaan'ın konuşmalarıyla kendimden geçerken hem çok ama çok mutlu, hem de çok mutsuz olmanın ne demek olduğunu hatırlıyordum..
Eve dönüp çantaları toplamaca ve evden ayrılış. Evet, en acı anları tatilimin. İzmir'den edindiğim huyu hala taşıdığımı gördüm, ayrılmadan önce her odayı gezip içimden konuşarak veda etmek, orada kalan sevdiklerimi eve emanet etmek huyu.. 2 gece bana kucak açan yatağa veda ettim, orta kata, böcekler çıkan sandığa, salonun ortasındaki küvete, her anımızın şahidi şömineye, ufak bahçemize, tek tek veda ettim. Kaan'ı onlara emanet ettim içimden. Ve o minik şirin kapıdan çıktım..
Havaalanına gidene kadar bir kelime konuşmadık hiç birimiz.
Ben Kaan'ın kucağında uyukladım, Melis önde kafasını devirdi. Naci'ciğim de zavallım yola konsantreydi.
Havaalanında yine Serdar'la karşılaştık. Gerçek Serdar, yorgan olan değil ev sahibi olan. Onu görünce sanki yıllardır görmediğim bir dostumu görmüş gibi oldum, neden bilmiyorum.
Vedalardan nefret ederim ben.
Naci'ye sarıldım ve vedayı sevmedim.
Kaan'a veda etmek diye bir kavram olamaz zaten.
Melis'e sarıldım ve uçağa bindik.
Şimdi buradayım, nefret ettiğim yerlerde. İki ayrı parçam şuan benden farklı uzaklıkta iki yerde nefes alıyor ve ben onlarla geçirdiğim büyülü 3 günü düşünüp mutlu oluyorum. Fotoğrafların ne kadar canlı olduğuna, her birinde ne kadar "güzel" göründüğümüze bakıyorum. Güzelliğimizin görünüşümüzden değil, mutluluğumuzdan kaynaklı olduğu o kadar bariz ki..
Teşekkür etmek için kelimem yok bu insanlara. Dünya tatlısı Naci'ye, hayatımdaki en özel arkadaşım Melis'e, hayatımda tanıdığım en özel adam Kaan'a, kelimelerim yetmiyor.
Hepsini çok seviyorum sadece. Ayvalık dendiğinde aklıma gelecek 3 kelime şimdi isimleri..
-bir yılı çoktan aşmış bir yazı, tek kelimesine bile dokunmadan yayınlamak istedim. ama değişen, ama gelişen ilişkiler oldu bu zamanda, yine de şimdi okuyunca, 3 günün her anı tekrar canlanınca gözümün önünde, sadece "iyi ki" diyorum.. iyi ki gitmişiz prenses Ayvalık'a ve iyi ki büyülenmişiz o şömineden nasıl olduysa. Sarhoş olmuşuz ya da aşık olmuşuz ya da bilmiyorum. İyi ki işte. -24.07.2012
Hepsini çok seviyorum sadece. Ayvalık dendiğinde aklıma gelecek 3 kelime şimdi isimleri..
-bir yılı çoktan aşmış bir yazı, tek kelimesine bile dokunmadan yayınlamak istedim. ama değişen, ama gelişen ilişkiler oldu bu zamanda, yine de şimdi okuyunca, 3 günün her anı tekrar canlanınca gözümün önünde, sadece "iyi ki" diyorum.. iyi ki gitmişiz prenses Ayvalık'a ve iyi ki büyülenmişiz o şömineden nasıl olduysa. Sarhoş olmuşuz ya da aşık olmuşuz ya da bilmiyorum. İyi ki işte. -24.07.2012
22 Haziran 2012 Cuma
Çeşme
Kesinlikle abartılmış bir tatil beldesi değil. Güzelliğini ve çekiciliğini ise orayı tıka basa dolduran, gazetecilere "yakalanma" umuduyla ortalarda dolaşan ünlülerden almıyor. Tamamen doğanın biraz da insan emeğinin bahşettiği güzellik bu.
Çeşme'nin en büyük avantajı, orada sıkılmanız mümkün değil, eğlence anlayışınız ne olursa olsun. Gündüzlerinizi sadece yatarak, dinlenerek, sadece serinlemek için suya girerek ve kitap okuyarak geçirmek istiyorsanız, Ilıca'da herhangi bir pansiyonda konaklayarak, kaldığınız yere en yakın sahilden denize girebilir, bu tatili gerçekleştirebilirsiniz. Gündüz gece hiç durmadan müzik, her an aktivite peşindeyseniz, Aya Yorgi'de ister Kafe Pi Beach Club ister Babylon ister Sole Mare'yi seçin, bunu gerçekleştirebilirsiniz. Akşamları biraz daha alternatif arayanlar, rock müziği eğlenceli bulanlar için Paparazzi muhteşem bir seçim olur. Yıllardır az değişen playlisti fakat hiç azalmayan enerjisiyle Paparazzi benim favorim örneğin.
Tabiii bir de surf var.. Babylon'un eskiden bulunduğu yerde Surf merkezleri ve okullarının bulunduğu bölge, Çeşme'nin defterindeki koca bir yıldız. Yeni başlayanlardan profesyonellere, yüzlerce surf sever aynı anda aynı dalgalarla savaşıyor burda. Vaktim kısıtlı olduğu için sıfırdan başlamayı göze alamadım ama kite surf'te çok fena aklım kaldı, bir daha sırf surf için gideceğim Çeşme'ye.
Ve Alaçatı.. Alaçatı için roman yazılır. Alaçatı'nın sokakları için şiirler, şarkılar yazılır, öyle büyülü, öyle ilham verici. Orada yok yok, özellikle Tektekçi'nin Asmalı'dan Alaçatı'ya sıçraması, güzel bir mekanda az içerek ve güzel müzik dinleyerek sarhoş olma seçeneğini de ayağımıza getirmiş. Tektekçi'yi mekan olarak çok beğendim, amaç sarhoş olmak değilse bile gidip mutlaka orada oturulmalı, mandalina ağaçları hakkında konuşulmalı, ve eğlenceli menüsünden en azından bir kaç shot denenmeli.
Alaçatı'ya akşam üstü gitmek gerek. Hava hafiften serinlemeye başlasın, ama güneş ışığı gitmesin. Çünkü güzelim sokakları, binaların yenilenen doğramalarını, begonvillerin güzelliklerini, birbirinden enteresan kapıları etkisi azalan güneş ışığı eşliğinde seyretmenin keyfi bambaşka. Ayrıca, akşam yemeği için küçük bir balıkçıya oturup inanılmaz Ege mezeleriyle hafif bir balığın tadına varmak lazım.
Balıktan sonra da güzel bir Alaçatı turu yaparsanız, köyün aşağısında camii meydanındaki kahvecilerden birinde bulursunuz kendinizi. Sakızlı kahve hiç denemediyseniz Cunda'da falan, mutlaka denemelisiniz. Yalnız sunumu bile ağız sulandırıcı.
Favori Alaçatı fotoğraflarım ise o rengarenk begonviller ve masalar, kapılardan oluşuyor. Bunları paylaşayım ki, Alaçatı'yı hiç görmemiş biri bile oraya aşık olabilsin. Şirinliğiyle her tür övgüyü hakediyor çünkü.
Çeşme'nin en büyük avantajı, orada sıkılmanız mümkün değil, eğlence anlayışınız ne olursa olsun. Gündüzlerinizi sadece yatarak, dinlenerek, sadece serinlemek için suya girerek ve kitap okuyarak geçirmek istiyorsanız, Ilıca'da herhangi bir pansiyonda konaklayarak, kaldığınız yere en yakın sahilden denize girebilir, bu tatili gerçekleştirebilirsiniz. Gündüz gece hiç durmadan müzik, her an aktivite peşindeyseniz, Aya Yorgi'de ister Kafe Pi Beach Club ister Babylon ister Sole Mare'yi seçin, bunu gerçekleştirebilirsiniz. Akşamları biraz daha alternatif arayanlar, rock müziği eğlenceli bulanlar için Paparazzi muhteşem bir seçim olur. Yıllardır az değişen playlisti fakat hiç azalmayan enerjisiyle Paparazzi benim favorim örneğin.
Tabiii bir de surf var.. Babylon'un eskiden bulunduğu yerde Surf merkezleri ve okullarının bulunduğu bölge, Çeşme'nin defterindeki koca bir yıldız. Yeni başlayanlardan profesyonellere, yüzlerce surf sever aynı anda aynı dalgalarla savaşıyor burda. Vaktim kısıtlı olduğu için sıfırdan başlamayı göze alamadım ama kite surf'te çok fena aklım kaldı, bir daha sırf surf için gideceğim Çeşme'ye.
Ve Alaçatı.. Alaçatı için roman yazılır. Alaçatı'nın sokakları için şiirler, şarkılar yazılır, öyle büyülü, öyle ilham verici. Orada yok yok, özellikle Tektekçi'nin Asmalı'dan Alaçatı'ya sıçraması, güzel bir mekanda az içerek ve güzel müzik dinleyerek sarhoş olma seçeneğini de ayağımıza getirmiş. Tektekçi'yi mekan olarak çok beğendim, amaç sarhoş olmak değilse bile gidip mutlaka orada oturulmalı, mandalina ağaçları hakkında konuşulmalı, ve eğlenceli menüsünden en azından bir kaç shot denenmeli.
Alaçatı'ya akşam üstü gitmek gerek. Hava hafiften serinlemeye başlasın, ama güneş ışığı gitmesin. Çünkü güzelim sokakları, binaların yenilenen doğramalarını, begonvillerin güzelliklerini, birbirinden enteresan kapıları etkisi azalan güneş ışığı eşliğinde seyretmenin keyfi bambaşka. Ayrıca, akşam yemeği için küçük bir balıkçıya oturup inanılmaz Ege mezeleriyle hafif bir balığın tadına varmak lazım.
Balıktan sonra da güzel bir Alaçatı turu yaparsanız, köyün aşağısında camii meydanındaki kahvecilerden birinde bulursunuz kendinizi. Sakızlı kahve hiç denemediyseniz Cunda'da falan, mutlaka denemelisiniz. Yalnız sunumu bile ağız sulandırıcı.
Favori Alaçatı fotoğraflarım ise o rengarenk begonviller ve masalar, kapılardan oluşuyor. Bunları paylaşayım ki, Alaçatı'yı hiç görmemiş biri bile oraya aşık olabilsin. Şirinliğiyle her tür övgüyü hakediyor çünkü.
2 Mayıs 2012 Çarşamba
yıl
Garip değil mi, sorular hep sayıyla. "kaç gündür, kaç yıldır, kaç para, kaç saat, ne kadar.." rakamların yanyana gelmesi yetiyor değer biçmeye bazen. Ayak uydurmak ya da dışında kalmak bizim elimizde ya. Yine de anlaşılabilmek adına sürüye uymak gerekiyor çoğunlukla.
Neredeyse 1 yıl olacak dövmemi yaptıralı. Hala her gözüm takıldığında kalbim hızlanıyor. "Sıkılırsın!" diyenlere inat sanki, her gördüğümde daha çok heyecanlanıyorum. Çok seviyorum onu, çok mutluyum benden bir parça olduğuna. 1 yıl. 1 yıldır dövmeyle beraber Kaan'ı taşıyorum sırtımda. Öyle ki, gidip bir yerime "kaan" dövmesi yaptırsam, bu kadar o olamazdı. Onun bir cümlesi hayatımı değiştirmiş, onunla paylaşılmış bir fikir ve rica üstüne dövmemi o tasarlamış, gitmişiz birlikte yaptırmışız. Diyorum ya, direk adını yazdırsam daha çok Kaan olamazdı dövmem.
Yalnız dövmesini değil, kendisini de taşıyorum 1 yıldır. Söylenmemiş şeyler, gizlenmiş, reddedilmiş bir çok kelime. Bazen taşmış nehirler gibi, yatağına sığamamış engin hisler onlar. İlk günden beri kocaman bir yeri varken kalbimde o asla durmadı. Doymadı. Yerini sevdi ama yetinmedi. İşin güzeli, hiç de dile getirmedi. Onun bakması yeterdi, onun yanımda durması yeterdi. Omzumdaki yerinden çok daha büyüğünü kalbimde edindiğinin bilincinde, rahatlığında, güveninde ve mutluluğundaydı hep.1 yıldırsa, habersiz, bambaşka bir yerde. Bunu benim farketmem bile 1 yıl alabildi. Farketmemden çok, kabul etmem diyelim.
Kalp çok ilginç. Alıyor birini, bir yerlere koyuyor. Sana söylüyor ya da söylemiyor, sen onu dinliyorsun ya da dinlemiyorsun. Yaşıyorsun ama ona göre, onun çektiği yöne sürükleniyorsun ister istemez. Kelebekler ediniyorsun, bazen göre göre, bazen hissetmeden bile. Kelebeklerin her yerini sarıyor. Kalbinden yola çıkıp midende çırpınıyorlar. Karın ağrısı. Karnını tutasın geliyor, oysa kalbinde olup bitenler. Adı duyulduğunda çarpan kalp, mideye ne oluyor? Kıskanç mide. Rol çalıyor. Ama sonuç? Kalbinden midene, boğazından ellerine kollarına, her hücrene kadar doluyorsun onunla. Ve o senin her şeyin oluyor. Bazen en iyi arkadaşına aşık oluyorsun. Bazen o sonsuza kadar senin en iyi arkadaşın olarak kalacak, biliyorsun. Ben biliyorum, konu ben değilim. Şanslı insanlar, en iyi arkadaşına aşık olanlar. Şanslı mıyım? Zaman gösterecek. Ama kelebekler? Onlar her yerimde.
Neredeyse 1 yıl olacak dövmemi yaptıralı. Hala her gözüm takıldığında kalbim hızlanıyor. "Sıkılırsın!" diyenlere inat sanki, her gördüğümde daha çok heyecanlanıyorum. Çok seviyorum onu, çok mutluyum benden bir parça olduğuna. 1 yıl. 1 yıldır dövmeyle beraber Kaan'ı taşıyorum sırtımda. Öyle ki, gidip bir yerime "kaan" dövmesi yaptırsam, bu kadar o olamazdı. Onun bir cümlesi hayatımı değiştirmiş, onunla paylaşılmış bir fikir ve rica üstüne dövmemi o tasarlamış, gitmişiz birlikte yaptırmışız. Diyorum ya, direk adını yazdırsam daha çok Kaan olamazdı dövmem.
Yalnız dövmesini değil, kendisini de taşıyorum 1 yıldır. Söylenmemiş şeyler, gizlenmiş, reddedilmiş bir çok kelime. Bazen taşmış nehirler gibi, yatağına sığamamış engin hisler onlar. İlk günden beri kocaman bir yeri varken kalbimde o asla durmadı. Doymadı. Yerini sevdi ama yetinmedi. İşin güzeli, hiç de dile getirmedi. Onun bakması yeterdi, onun yanımda durması yeterdi. Omzumdaki yerinden çok daha büyüğünü kalbimde edindiğinin bilincinde, rahatlığında, güveninde ve mutluluğundaydı hep.1 yıldırsa, habersiz, bambaşka bir yerde. Bunu benim farketmem bile 1 yıl alabildi. Farketmemden çok, kabul etmem diyelim.
Kalp çok ilginç. Alıyor birini, bir yerlere koyuyor. Sana söylüyor ya da söylemiyor, sen onu dinliyorsun ya da dinlemiyorsun. Yaşıyorsun ama ona göre, onun çektiği yöne sürükleniyorsun ister istemez. Kelebekler ediniyorsun, bazen göre göre, bazen hissetmeden bile. Kelebeklerin her yerini sarıyor. Kalbinden yola çıkıp midende çırpınıyorlar. Karın ağrısı. Karnını tutasın geliyor, oysa kalbinde olup bitenler. Adı duyulduğunda çarpan kalp, mideye ne oluyor? Kıskanç mide. Rol çalıyor. Ama sonuç? Kalbinden midene, boğazından ellerine kollarına, her hücrene kadar doluyorsun onunla. Ve o senin her şeyin oluyor. Bazen en iyi arkadaşına aşık oluyorsun. Bazen o sonsuza kadar senin en iyi arkadaşın olarak kalacak, biliyorsun. Ben biliyorum, konu ben değilim. Şanslı insanlar, en iyi arkadaşına aşık olanlar. Şanslı mıyım? Zaman gösterecek. Ama kelebekler? Onlar her yerimde.
7 Nisan 2012 Cumartesi
gece gece aklıma düştün yine.
it's a brand new day, the sun is shinningit's a brand new day, for the first time in such a long long time i know i'll be okay.
biliyordum çünkü iyileştiğimi. iyiyim de. ama böyle aklıma düştü mü bir kere de, senden başlıyorum, bütün o zamanlara, bütün kaybettiklerime, bütün özlediklerime gidiyorum. İzmir'e gidesim, Kordon'da tek başıma oturasım, dedemi ziyaret edesim geliyor. Adını bu sefer sulara bakarak söylüyorum. Böyle anlarda yanımda olan hiç kimse olmuyor. Sen de olmazdın belki, belki, asla bilemeyiz..
sana seslendiğim isimle birilerine seslenmek canımı acıtıyor. hem de çok var o isimden biliyor musun?
sorun şu ki, daha bir sene bile olmadı, ama ben seni şimdiden çok özledim. olmuş muydu tanıştığımızdan beri 1 yıl görüşmediğimiz? olmuştu. ama bir daha göremeyeceğimi bilmiyordum o zaman seni. şimdi aklıma her gelişinde bunu getiriyorsun yanında. "beni bir daha göremeyeceksin."
sen ilk gittiğinde, bir hafta kendimi kapatmıştım. o günlerde dinlediğim şarkıları şimdi dinledikçe tuhaf oluyorum yine. Travis'ten Flowers in The Window ve My Eyes beni öldürüyor mesele hala.
*it's such a lovely day and i'm glad you feel the same. cause to stand up, out in the crowd you are one in a million and i love you so lets watch the flowers grow.
sanırım bir daha aynı hissedemeyeceğimiz için, bir daha çiçeklerin açtığını, baharın şehri güzelleştirdiğini göremeyeceğin için, sana gerçekten milyonda bir olduğunu söyleyemeyeceğim için. dinleyip dinleyip ağlamıştım günlerce.
my eyes'ta sadece "we can't see what you'll be" sözü bile nefesimi kesmeye yetiyor hala. nasıl göremeyiz ki? muhteşem bir genç adam, kim bilir neler olacaktı senden.
bir de sana hiç söylemediğim için çok pişman olduğum birşey var. "doğru söylemiştin. hepsinde haklıydın." okuyamayacağını bilerek yazmak ne kadar da kolay. ama vallahi bak, şimdi şansım olsa sana da söylerdim, yüz yıl güleceğini bildiğim halde. gülüşünü özledim. ne kadar zaman harcamışız surat asarak, belki de gülmekten başka yapacak şeyimiz olmasa da olurdu. Lisedeki gibi. Tek derdimizin okuldan kaçıp Ortaköy'e gitmek olduğu günlerdeki gibi. Senin o ergen suratınla karşıma dikildiğin günkü gibi.
Bir şarkı daha var, ilk "hissettiğimde" suçluluk duymuştum. Çünkü acı ilk günkü gibi değil. İlaçlarla içkilerle arkadaşlarla ancak dayanılan zamanki gibi değil. Hiç değil hem de. Joshua Radin, Brand New Day. Adından da belli ya,
it's a brand new day, the sun is shinningit's a brand new day, for the first time in such a long long time i know i'll be okay.
biliyordum çünkü iyileştiğimi. iyiyim de. ama böyle aklıma düştü mü bir kere de, senden başlıyorum, bütün o zamanlara, bütün kaybettiklerime, bütün özlediklerime gidiyorum. İzmir'e gidesim, Kordon'da tek başıma oturasım, dedemi ziyaret edesim geliyor. Adını bu sefer sulara bakarak söylüyorum. Böyle anlarda yanımda olan hiç kimse olmuyor. Sen de olmazdın belki, belki, asla bilemeyiz..
5 Şubat 2012 Pazar
salaklığımızdan sana yazamadıklarım
selam canım arkadaşım.
2009'dan bugüne baktığımda şuan mesela neden birlikte değiliz, bilmiyorum.
sen benim hayatımda herşeyin değişmesine sebep oldun, harikasın, ama neden benimle ilişkinin de değişmesine sebep oldun, onu anlayamıyorum.
sizin genler muhteşem, biliyorsun değil mi? baya hem güzel hem akıllı soysunuz. kadın, erkek hepiniz.
ama mallık da genetik olsa gerek. (aile büyüklerinize lafım yok, siz genç jenerasyona sözüm.) malsınız, üzgünüm.
ha o mallığınıza rağmen her birinizi tek tek çok sevmiyor muyum? öküz gibi de seviyorum.
bakıyorum, her zamanki gibi çok güzelsin. görmen gerek, ben de çok güzelim bu ara. nedenini görünce değil anlatınca anlarsın.
kasım'da iki arkadaşımız evlendi. dünya tatlısı bir çift. bunu neden söylediğimi de görünce anlatırım.
senin zekana ve gerizekalılığına aynı anda hayranım, tuhaf değil mi? diyeceksin ki sen farklı mısın, sonuna kadar haklısın. ben de hem süperzekayım, hem süper gerizekalıyım. o yüzden çok iyi ve çok kötü anlaşıyoruz.
karnıma ağrılar giriyor, ne güldük ne güldük o gün, ama hatırlamazsın, çok sarhoştun sen.
sonra bizi eve bırakmıştı, sen onu hatırlarsın, sarhoş olan bendim o sefer. ama yolu yine sen değil, ben tarif etmeye çalışmıştım sarhoşluğum içinde.
o yok şimdi, biliyorsundur. öldü. azıcık mal olmasaydın da o gün gelseydin. seni gördüğüm yerde bunun için pataklicam, unutturma.
çok şanslısın. muhteşem insanlar tarafından seviliyorsun, bunlardan biri de benim hala.
yerinde olsam, şansıma şükreder, minnettar olur, ne bileyim bunun için sadaka falan dağıtırdım.
ben sadakamı kendimden fedakarlık ederek dağıtmayı tercih ediyorum, denemelisin.
neyse sözüm o, seni özledim. şimdi diyeceksin ki yurtdışında mı yaşıyorum des, ukala seni.
ama bilmiyorsun, bazen insanların yarattığı mesafeler, fiziksel, ölçülebilen uzaklıktan beter ediyor adamı. yani biz açıyoruz aslında o yurtdışı mesafesini. öyle bir mesafe ki, telefon hatları bile yok oralarda.
sen gel içindeki uzaklıktan kurtul.
xoxo. des.
2 Şubat 2012 Perşembe
takvim yaprağı
Bugünün nasıl kutsal bir tarih olduğunu söylemek istedim.
Şuanda biri yeryüzünde diğeri gökyüzünde olan iki meleğin dünyaya geldiği gün bugün.
Anneannem. İstisnasız bütün anneanneler melektir zaten. Benimki elbet bana ayrı bir melek. Hani benden alsın, ona versin. O yaşlanmasın. Böyle kalsın işte. Dünya tatlısı, bal gözlü, gençliğinde dünyanın en güzel kızı, şimdi de dünyanın en güzel anneannesi.
Kaan'ın annesi. Tanımadım hiç, gökyüzünde olan o çünkü. Ama anlatamam aslında nasıl tanıyorum bir yandan. İçindeki tüm ışığı, güzel gözlerinden fışkırtmış da oğullarına geçirmiş ve muhteşem iki oğlu vasıtasıyla onu tanıma fırsatım olmuş böylece.
2 Şubat güzel bir tesadüf, her ikisinin de doğum günü. Dün anneanneciğime minicik bir pasta kestik, doğum gününü kutladık. Utana sıkıla Kaan'a mesaj attım sonra, annen iyi ki doğmuş diye. (İyi ki doğmuş da seni doğurmuş, şansım benim.)
Tabii anneannem iyi ki doğmuş annemi doğurmuş o da beni doğurmuş falan. Bir kere de saçmalamasam olmaz değil mi.
31 Ocak 2012 Salı
kar, buz ve insanın içini donduran esas soğuk
Benim Forsa'dan uzak ilk kışım. Forsa'nın ve Balözü'nün karlar altındaki güzelliğinden uzak ilk beyazlığım. Gökhan'ın taş misali kartoplarından nasibimi alamadığım, Dilara'yı kara yatırıp ağzına burnuna kar dolduramadığım, Arka mahallelere kadar kovalanıp yerlere yığılmadığım ilk kar tutumu bu.
Ne depresifmişim arkadaş, hayır aslında değilim. Hüzün dolu sadece bu. Alışkanlıkları bırakmak ne zaman kolay ki zaten? İnsan 15 yıllık sevgilisinden ayrılsa özlemez mi onu? Alıştığı kolları hissedemeyince bedeninde, boşluğa düşmez mi? Ben de Forsa'dan uzak öyleyim işte, alıştığım kolları arıyorum durmaksızın.
Camdan bakıyorum, değişik bir sokak. İşlek bir sokak hem de, doğru düzgün kar bile tutmuyor yollar. Kaldırımları bile aşındırıyor Cadde insanları. Bizim sokağımız öyle miydi hiç? Araba geçemezdi, pamuk gibi kalırdı günlerce.
Kardanadam yapardık kesin. Havucu, zeytini de eksik etmezdik. Apartmandan çaldığımız süpürgeyi de takardık koluna mutlaka. Büyümedik ki hiç bir zaman. Hiç ama, hep çocuk kaldık biz o sokakta.
O nedenden ki kendimi yaşlanmış hissediyorum. Ne Boğaziçi'nin beyazlar altında güzelliği, ne Cadde insanının kar maceraları, o heyecanı yaşatamadı bana. Forsa'da toplanan çocuk kalplerimiz, karlar altında en mutlu anlarımız, yok artık. En azından benim için.
Şeytan diyor şimdi bas git oraya. Ama koca kıçlı üşengeç de izin vermiyor. Mal. Bir daha ne zaman 20li yaşlarında olacaksın acaba? Anca otur kıç büyüt. Dizi izle. Mal. Beyinsiz. Vallahi gerizekalı bu çocuk.
İçimi üşüten ne kar, ne buz. Beni bu fikir üşütüyor işte, uzaklık, yaşlılık, geçmişte kalmışlık, yeni bir ev. Kendimi kesesim var.
26 Ocak 2012 Perşembe
gidenlerden
Gidenlerden dımdımdım
Özledikçe bu şarkıyı dinliyorum da, ne ekledim, ne eksilttim onlara bakıyorum. Üzülerek farkettim ki, giderken arkamda pek bir şey bırakmıyorum. Ha, gittiğim yere de götürmüyorum, ne yapıyorum o aldıklarımı bilemiyorum.
Peki neden bu boşluk? Giden için kaybeden derler, şimdiye kadar hiçbir gidişimde kaybettiğimi bilmem, er ya da geç hep kazanmışımdır. O yüzden hep gitmeli miyim? Bilemiyorum.
Bu kez niyetim yok. Olduğum yerde durmaya çok kararlıyım. Olduğum yerden sonsuz mutluyum. Gelenler, gidenler, arkada kalanlar hiç umurumda değil. Bir tek olanlar umrumda. Kalanlar.
PS: Seni hiç özlemedim dostum.
PS2: Ben artık bir tek Deniz'i özlüyorum sanırım.
20 Ocak 2012 Cuma
vizyon sahibi olmak ya da olmamak
Ağır şeyler yazacağım, hiç üzgün değilim. Çünkü düşündükçe tüylerimi diken diken eden bir gerçeği anlatacağım şimdi size, Türkiye'nin en iyi üniversitesi olarak anılan Boğaziçi Üniversitesi'ndeki bir rezaleti yazacağım, umarım sizin de gözünüzü açmayı başarırım, umarım siz de benim gibi tepki verebilirsiniz olaya.
TK kodlu bir dersimiz var, Türkçe diyelim, HER bölüme zorunlu. 2. sınıfta, her iki dönem birer tane olmak üzere 2 ders alıyoruz. Alanlar bilir, sonsuz sayıda section olmasına rağmen, kota problemi dolayısıyla, kendi programımıza da uydurma adına genelde hangisi uygunsa onu alıyoruz, hoca, hocanın notu, çok farketmeksizin, almak durumunda kalıyoruz dersi. Bu dönemin başında, programıma tek uyan section, hatta kalan son yer olarak Baydan isimli hocadan dersi aldım. Zar zor eklediğim için, şımarıklık yapmaya hiç hakkım yok gibi hissediyordum ve sesimi çıkarmadım tabii, pazartesi sabahları, sabahın 9unda olan derse ilk hafta ilk kez gittim..
Daha ilk dersten anlamalıydım aslında, hocamız, okuyacağımız kitapları tahtaya yazarken bence yüzyılın gafını yaptı ve ATİLLA İLHAN yazdı.. Afalladım, koskoca TÜRKÇE hocası, koskoca BOĞAZİÇİ'nde EĞİTİM veren hoca, Attila İlhan'ın adını doğru yazamıyor muydu? Bir anlık boşluğuna geldiğine inanmak istedim..
Dönem içinde kendisinin korkunç hatalarını ve inanılmaz derecede yanlış tutumunu üzülerek izledim, başarısız buldum onu bir eğitmen olarak, ama söz düşmezdi, herkesin kendi tarzı vardı. İsyan etmeden beklemeyi tercih ettim, vize sınavına kadar..
Halide Edip'in "Handan" isimli romanından ve Ayşe Sarısayın'ın "Yorgun Anılar Zamanı" isimli öykü kitabından sorumluyduk. Bana kalırsa çok daha başarılı bir roman, çok daha etkili bir öykü kitabı okutulabilirdi Boğaziçi öğrencilerine, ama koordinatörlüğe saygı duydum tabii. Sınav tam bir hayal kırıklığıydı öncelikle, sorular, o kadar ama o kadar başarısızdı ki, hocanın 2 saat süre verdiği sınavı yaklaşık 45 dakikada bitirip, sıkıntıdan patlayarak çıktım.
Şimdi kendimle ilgili ufak bir detaydan bahsedeyim ki, isyanımı haksız bulmayın: LGS ve ÖSS dahil, hayatımda girdiğim TÜM sınavlarda, Türkçe ve Edebiyat bölümlerinden ya tam puanla, ya da 1 yanlış yaparak çıktım. Kompozisyon yazmayı çok severim, dergilerde yazılarım çıkmıştır, şimdiye kadarki tüm Türkçe hocalarım yazılarımı çok beğenmişler, beni yazmaya teşvik etmişlerdir, okuduğumu her zaman çok iyi ve çok hızlı anlarım, duraksamadan yazarım, ikinci kez okumam, ve her sınavdan çok yüksek bir puanla çıkarım. Kitapları iyi okurum ve çıkarımlarım hemen her zaman tam olarak doğrudur. Yorumlamama güvenirim, bilgime zaten fazlasıyla. Arkadaşlarımın bile yazım yanlışlarını düzeltirim, anlatım bozuklukları beni çileden çıkartır. Ve Türkçe kodlu bir dersi, elimi kolumu sallaya sallaya AA ile geçeceğimden en ufak bir şüphem yoktur.
Bunları neden anlattım, çünkü vize açıklandığında aldığım"63" puan beni şoka uğrattı. Kağıdımı incelediğimde şokum daha da arttı, bir sorum tam puan almış, yanında bir not: "Yazdıkların tam değil ama herkesten farklı yazdığın için tam puan verdim." NE?'!. Bir diğer soruya cevap olarak yazdığım yarım sayfalık makalenin üstü çizilmiş ve bir kısa dalga notu düşülmüş: "Soru anlaşılamamış." NE?!. İşte bu notları gördükten sonra sayın hocaya söyleyecek bir kelime bulamayıp yerime oturdum ve şokumu içime attım.
Gelelim esas kabusa, final sınavına. Sorumlu olduğumuz kitaplar bu kez çok değerli Attila İlhan'ın "Ben Sana Mecburum" isimli şiir kitabı ve Halikarnas Balıkçısı'nın yine muhteşem bir eser olan "Mavi Sürgün" adlı otobiyografik anı kitabıydı. Öncelikle şunu söylemeliyim ki, Mavi Sürgün kitabından çok şey öğrendim. Cevat Şakir ve Halikarnas Balıkçısı olarak iki ayrı karakter tanıdım mesela aynı insana dair. Bugün hepimizin turizm amaçlı kullandığı o güzelim Bodrum'a dair hiç bilmediğim etkileyici gerçekler öğrendim. Ağustos böceklerinin hazin hikayesinden tutun da, Bodrum'un bir turunçgil cenneti haline gelmesinde Halikarnas Balıkçısı'nın emeğine kadar. Gerçekten, muhteşem bir kitaptı bu. Ve kendi kendime şunu dedim okuduktan sonra, "keşke ben bir hoca olsaydım da, muhteşem sorular sorsaydım öğrencilerime, neler öğrenmişler bu kitaptan, neler çıkartmışlar acaba"
Gelin görün ki sayın Baydan, efendim yazar bilmemnerden geçerken nereyi hatırlamıştır, bilmemnereyi nasıl keşfetmiştir, bilmemnerde hangi mitolojik hikayeyi anlatmıştır şeklinde, 4 tane birbirinden niteliksiz, birbirinden kalitesiz soru sormuş bize. Amaç, nokta sorular sorarak kitabı okuyup okumadığımızı test etmek kendince. Hadi bunu anlarım, okuyan ve okumayan, okuyan ve birine anlattıran, okuyan ve özete göz gezdiren arasındaki farkı ortaya çıkarmak istemiştir, haklıdır. Fakat o zaman 1 soru sorulur, o kitaptan sorduğun 4 sorunun 4ü de böyle olursa, sana yazıklar olsun derim ben, kitabı harcamışsın derim. Ne yazık ki Ben Sana Mecburum da güme gitmişti. İçinden seçilen bir şiiri inceleyip, hangi mısrada çağrışım var, hangisinde ad aktarması, hangisinde "alışılmamış bağdaştırma" var bunu yazmamızı istemiş.
Sonuç, tam bir hayal kırıklığı. Sorulara bir saniye göz gezdirdikten sonra ağzımdan bir "inanamıyorum" nidası çıkmadı desem yalan olur, "yok artık" dedim yüksek sesle. İki değerimizin eserleri ancak böyle aşağılanırdı, Boğaziçi öğrencileri ancak böyle yerin dibine sokulurdu, böyle hafife alınırdı. Cümle bu, "yazıklar olsun."
Ne yazık ki bu insan böyle bir üniversitede ders veriyor ve bu konuda yapabileceğimiz pek de bir şey yok. Size sadece tavsiyem sevgili BÜ öğrencileri, programınıza tek uyan section olsun, diğer tüm sectionların kotaları dolmuş olsun, yazın alın, diğer dönem alın, okulunuzu uzatın ama bu hocadan ders almayın. Belki küçücük bir protesto olur bu. Çünkü biz bunu haketmiyoruz, kendinize bunu yapmayın derim. Sevgiler, ve geçmiş olsun.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)