dede, sahip olamadığım demek.
daha doğrusu bir zamanlar sahiptim..
dedelerimden birini hiç tanıma fırsatım olmadı, babam benim şimdiki yaşımdayken, annemi görmeye izmir'e gitmişken ölmüştü babası.
diğeri, benim gerçek anlamda kahramanımdı. elimden tutar alsancak'ta gezdirirdi beni, iğne yapmaya giderken yanına alırdı beni, tüm hastalarına "nişanlım" diye tanıştırırdı. destine bayramoğlu diye bir şarkısı vardı, ıslığını bile çalardı. daha sokağın başındayken balkona çıkar onu izlerdim, adım adım gelişini. enerjisini. merdivenleri koşarak çıkıp beni kucaklamasını beklerdim. izmir'deki günlerimin en güzel saatleri olurdu onlar; dedemi beklemek.
annemi reddedip anneanneme anne derdim ben, dedeme de baba tabii ki.. yılın yarısını izmir'de onların yanında geçirirdim ben, 1,5 yaşımdan itibaren hem de. ta ilkokulum başlayıp sömestr ve yaz tatilleri dışında izmir'e gidemeyene kadar. dedemin kucağındayken dünyanın en mutlu çocuğuydum. hatırlıyorum. 2 yaşında beni özenç hala'nın eczanesine götürüp küpe arkasıyla kulağımı deldiği günü, hatırlıyorum. kumanda yüzünden ilk ve son kavgamızı ettiğimiz günü hatırlıyorum.
onu gördüğüm son günü hatırlıyorum. bodrum dönüşü sürpriz yapmıştık dedemle ananeme. kapıyı açıp bizi karşısında gördüğünde portmantonun oraya yığılmıştı, o kadar mutlu olmuştu. babam, annem ve ben atlamıştık üstüne, o kadar sevinmişti ki.. annem hala anlatır, sokağın sonuna gidene kadar el sallamıştı bizi, son kez görüştüğümüzü hissedercesine..
anneme söylemiyorum ama, ben de hatırlıyorum, hiç unutmadım ki. yüzünde kocaman bir gülümseme, elleri kopacak olsa umurunda değilmiş gibi el sallamıştı arkamızdan, ben de ona tabii. çünkü ben hep çok üzülürdüm izmir'den ayrılırken. anneannemden, dedemden ayrılırken. o sokaktan çıkıp otoyola doğru arabamız giderken..
o sene bir başkaydı, çok ağır o senenin yükü. çünkü ben biliyorum, dedem hissetmişti bizi bir daha göremeyeceğini. hoş, gördüğüne inanmak lazım yine de ama, göremiyor işte.
izmir'e her gittiğimde, anneannemin evine girer girmez ilk iş onun odasına koşarım önce. hala onun gibi kokan odasına çöküp onunla konuşurum. sanki o kanepede oturuyormuş gibi gülümserim, kendimi anlatırım, onu ne kadar özlediğimi söylerim. hayaline sarılırım. hala odasında duran resmime bakarım, ne kadar yaşlandığımı görürüm. ama umursamam o anda, dedemin yanındayımdır çünkü..
sonra dayım beni alır ve kabristan'a götürür. orada o adı görene kadar gözardı ettiğim gerçek bir anda yüzüme tokat gibi çarpar. dedem yoktur artık. o toprak parçasının altında, belki bir kaç kemikten ibarettir artık. "iğneci aziz" yazısına yadırgayan gözlerle bakarım. anında dolan gözlerimdeki yaşlar düşmesin diye sıkarım kendimi. mezar taşına dokunurum, içimden konuşurum onunla. son ziyaretimden beri neler olmuş onları anlatırım, gurur duyacağı şeylerimden bahsederim, yaptığım yanlışlar için sessizce özür dilerim.. mezarlıktan çıkarken kapkara olur içim, sımsıkı iplerle bağlanmış gibi olur. nefes alamam bir süre, sonra biraz ağlar, açılırım..
yarın gece bu saatlerde izmir'de olacağım. onun yatağında muhtemelen. odasının kokusunu içime çekip bütün gece ağlayacağım, onu ne kadar özlediğimi anlatmaktan bıkmadan.. ve ertesi gün soğuk mezar taşına dokunmaya gideceğim, yaşasaydı her şeyin ne kadar güzel olacağını anlatmaya. içimi döküp hayaline sarılmaya.. "dede" demeye tekrar.. artık kelimenin anlamını bile yadırgar oldum, özledim dede demeyi, dede seslenmeyi.
'anne', 'baba' kelimelerinden önce söylediğim "dede" benim için hayal, rüya, geçmiş, saflık, özlem demek artık. varlığıyla güç veren bütün dedelerin ellerini öpüyorum bu gece, dedemi çok özledim, çok çok özledim ve o bunu görebiliyor mu onu bile bilmiyorum..